ULUSAL İLETİŞİM AĞI

31 Ekim 2010 Pazar

Çocuğum İsteyince

İlkokuldayken eve gelip oruç tutmak istediğini bildiren oğlumun yüzündeki merak, heves ve heyecan çok sevimliydi. Sınıflarında oruç tutan arkadaşlarından özendiğini söylüyor ve bu her halinden belli oluyordu.

Bizim de çocukken oruç tutan babamın, annemin ve bizde kaldığında babaannemin gece kalkıp bir şeyler yemesine nasıl özendiğimizi hatırladım. Ablam ve ben, her çocuk gibi biz de gece yarısı onların kalkıp bir şeyler yemesine ve ne yediklerine özenir, doğal olarak da merak ederdik.

Benim yetiştiğim kültürde kimse kimseye ve de çocuklara oruç tutmaları veya başka bir dini gerekçe ile zorlama ve baskı yapmazdı.

İnsanların inanma ihtiyacına saygı duyan ama onu zorlamayan böyle bir kültürel çevrede yetiştiğim için bir agnostik olarak da oruç tutmadığım halde çocuğumun isteğini saygı ile karşılayabiliyordum.

Böyle olması normal değil mi diyenlere, bazı arkadaşlarımın kendi inanç veya inançsızlıklarını kesin hükümlerle çocuklarına aşılamaya kalktıklarını, birey olarak çocuğun hakkına saygı göstermediklerine şahit olduğumu belirtmeliyim.

Birey hakkı olarak gördüğüm inanma özgürlüğü doğrultusunda çevremde, kimi arkadaşlarımın yaptığı gibi tanrı var mı - yok mu gibi çocuklarca sorulan sorulara “yoktur” ve “vardır” veya “bilinemez” türünden kesin yargılı cevaplar vermeyi, onların inanç oluşumuna saygısızlık olarak görüp, yanlış buluyordum.

Ayrıca kendi aile ortamının doğal kültürel etkileşimiyle büyürken çocuklara, ana babaların, inanç ve fikirlerini çeşitli yönleriyle sunmadan zorla öğretmeye ve bu yönde ayrıca baskı yapmaya kalkması doğru değildi.

Bilimsel yönden de algılayacak yaşa gelmeden dini aktivitelere zorlanmaması ona bireysel katılım özgürlüğü tanınması önemliydi.

Bu yönden geriye dönüp bakınca bizim evdeki genel anlayışa göre babaannemin bu gibi konularda anne ve babama göre zorlayıcı olmasını da bize yöneltilen bir zorlama değil de oyun gibi algıladığımızı hatırlıyordum.

Zira annem ilkokul çocuğu olarak bizim oruç tutmamızı gece kalkıp uykumuzu bölmemizi istemez ama bu konuyu da baskı yapmadan bize bırakarak duygu ve düşünce yönünden demokratlık örneğini zihnimize modellerdi.

Kısaca, düşünsel ve toplumsal doğrultuda benimsediğim pedagojik ilkeler insanların kendi inanç ve fikirlerini çocuklarına zorla kabul ettirme haklarının olmadığı yönünde biçimlenmişti.

Dinler açısından bakınca anne babanın inancının etkileşim alanında kalarak büyüyen çocukların otomatik olarak o inançtan sayılması, bireysel dini inanç tercihiyle çeliştiği için dinlerin her bireyi kendinden sorumlu tutan anlayışa da uymayan bir şeydi.

Daha önceleri oğlum, televizyonda kuran okunurken benim dinleyip dinlemediğimi sorduğu zaman, Mevlit dinlemeyi müzikalite yönünden sevdiğimi ama özel olarak Kuran dinlemediğimi söyleyince dinlesen senin için iyi olur demişti.

Kendisine Agnostik yani “bilinemezci” türünden bir inanca sahip olduğumu, ayrıca inanç konusunda herkesin kendi karar vermesi gerekir diye düşündüğümü o zaman söyledim.
Sen istersen dinle ama ben nasıl inanç yönünden sana ve kimseye karışmıyorsam sen de karışmamalısın diyerek nasıl davranılması gerektiğini örnekleme olanağı bulmuştum.

O da, bu nedenle oruç tutmak istediğini bildirirken sen ve babam niye oruç tutmuyorsunuz diye sormamıştı.

Çocuğuma bütün bir gün aç durmanın yetişme çağındaki çocuklar için doğru olmadığını hatırlattıktan sonra isterse deneyebileceğini söyledim.

Denemek istediğini bildirince kendisine oruç tutmak için geceleyin sahur denilen yemeği yemek için kalkması gerektiğini ve benim de kalkarak ona yemek hazırlayacağımı bildirdim.

Sahurda uykusuna rağmen ve iftara kadar aç kalacağını bilerek, benim hazırladıklarımı yedi.

Akşamüstü ona yine bilinen detaylarıyla güzel bir iftar sofrası hazırladım ve de yemeğinde ona eşlik ederek ilk denemesini başarıyla tamamlamasını sağladım.

Ertesi gün tatil olduğu için bu işi tekrarladık.

Bu sefer karşı komşumuzun kendisinden biri iki yaş büyük, diğeri iki yaş küçük iki oğlu onu iftara davet ettiler.

Bu oruç işi arada bir tekrarlandı ve her seferinde tüm detayları ile yapılması gerekenleri bizzat hazırlayarak kendisine sundum. Bazı hafta sonlarında karşı komşularımızın yaptıkları ve komşuluk samimiyeti gereği pijamayla  katılmasında ısrar ettikleri sahur davetlerini de sevinçle karşıladı.

Ailece oruç tutan komşularımız da benim gösterdiğim dikkatten etkilenerek oğluma Müslümanlığı kabul eden bir yabancıya gösterilen ihtimamı göstermekte kusur etmeyip onu ayrıca memnun etmişlerdi.

Böylece, kalabalık yenince çocuklar için iyice sevimli olan bu adetten hem oğlumun hem arkadaşlarının zihinlerinde mutluluk veren anılar oluştu.

Ben inanma ihtiyacının din olgusunu tanıttıktan sonra seçimi ona bırakarak yapmanın gerekliliğini yerine getirince oğlum da bana ve başkalarına neden karışılmaması gerektiğini daha iyi öğrenmiş oldu.

Çocuğuma tüm yanlarıyla tanıtarak sunduğum dinsel seçim serbestliğin başkalarınca yalan yanlış doldurulmasına izin vermeyerek ona kendi seçimini bu doğrultuda yapma olanağı da sağladığım için bugün hala mutluluk duymaktayım.

Aileler çocuklarına bu tür serbest algılama ve seçme özgürlüğü tanımadıklarında demokratik özgürlüğün bu alanda geliştirilmesinin zorluğu görülüyor.

İnançların tartışılmaz olması her inanç algısının farklılığından ileri gelir. Bu nedenle buradaki kişisel özgürlüğü inancım böyle diye ortak alanlarda her istediğini yapma özgürlüğü olarak anlamak doğru değildir.

Çocuğumu yetiştirirken yaptığım uygulamanın annemin bizi yetiştirirken gösterdiği ve dinlerin de fonksiyonu olan vicdan ve demokrasi eğitimine uygun olduğunu düşündüğümden kendimi hep huzurlu hissettim.

Tabii bu şıkları sunarak seçme hakkını onu ilgilendiren yaşamın tüm alanlarında yaparak çocuğuma vicdanlı, adil ve de demokrat olma kültürünü kazandırmaya çalıştım.

Sonuçtan da memnunum.

23 Ekim 2010 Cumartesi

Çocukları Türbanlamak "Çocuk Hakları"nın İhlal ve İstismarına Girer

Ülkemizde pek çok alanda yaşanan kavramsal karmaşa, bireysel özgürlük alanında da yaşanıyor.

Üniversitelerdeki türban takmama kuralına üniversiteli kıza ne giyeceğini söylemek onun bireysel özgürlüğüne müdahale olur bu bir demokratik özgürlük talebidir diye karşı duranlar, bazı anne-babalarca, küçük yaşlardaki kız çocuklarının başını örtmeye kalkışmasına nasıl cevap veriyorlar?

Bireysel özgürlük, en geniş anlamıyla kişinin kendi tercihinden kendi sorumlu olması demekse, ailesinin tercihiyle başı kapatılan çocukların durumu nasıl açıklanabilir?

Bu da mı bireysel özgürlük? Özgürlükse, kimin özgürlüğü?

Dinin özgür ve bireysel bir seçim olduğu gerekçesine de ters düşen bu anlayışın, aslında çocuğu kendi seçimlerini yapacağı döneme gelmeden biçimlemek isteğinden doğan bu girişimin bir hak gibi görülmesi ve gösterilmesine ne demeli?

İnsanların çocuklarına kendi inanç ve fikirlerini kabule zorlamaları bireysel özgürlük müdür?
Eğer öyleyse bu kimin hakkı ve özgürlüğüdür?

Türkiye’nin de taraf olduğu ve altına imza attığı Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesinin 14. Maddesi,

1. Taraf Devletler, çocuğun düşünce, vicdan ve din özgürlükleri hakkına saygı gösterirler.

2. Taraf Devletler, ana-babanın ve gerekiyorsa yasal vasilerin; çocuğun yeteneklerinin gelişmesiyle bağdaşır biçimde haklarının kullanılmasında çocuğa yol gösterme konusundaki hak ve ödevlerine, saygı gösterirler.

3. Bir kimsenin dinini ve inançlarını açıklama özgürlüğü kanunla öngörülmek ve gerekli olmak kaydıyla yalnızca kamu güvenliği, düzeni, sağlık ya da ahlâki ya da başkalarının temel hakları ve özgürlüklerini korumak gibi amaçlarla sınırlandırılabilir.

demektedir.

Çocuk haklarının bu maddelerini doğru okumayanlar; henüz bu konuda tercih yapacak yaşa gelmediği dönemlerden başlayarak çocuklarını günah ve sevap kavramlarının ağırlığı altında bırakmayı hak ve yol gösterme olarak algılamaktadırlar.

Doğal olarak zaten ana-babaların kendi dinsel tercihleriyle yaptıkları seçimin kültürel etkisinde kalarak büyümek zorunda olan çocuklara ayrıca yapılan bu tür müdahale ve yönlendirmeler, onun hakkını ihlal ve istismar etmek olur.

Zira bunu kendi hakkı gören erişkinler, çocuğun bireysel hakkına yaptıkları bu müdahalelerle onu istismar da etmiş sayılırlar.

Görüldüğü gibi özgürlük ve demokrasi kavramları ile alanları, birbirine karıştırılınca yanlışların çorap söküğü gibi gelmesi kaçınılmaz oluyor. Bu yanlış algılarla biçimlenen kafalara sahip nesillerden demokrat bir toplum oluşturmak da gittikçe zorlaşıyor.

www.0-18.org

17 Ekim 2010 Pazar

Be demesene be!

Yıllar önce oğlumun okuduğu Fransız Lisesi’ndeki bir veli toplantısında, okul girişinde öğrencilerin üstleri aranarak sigara içmelerinin önlenip önlenemeyeceği tartışılıyordu.

Özellikle velileri bu yolda teşvik eden hoca ve bazı veliler çocukların sigara içmesini önlemek için bunun iyi bir önlem olduğunu savunuyordu.

Kendileri ve çocukları zaten sigara içmeyen veliler ise başka önlemler dururken böyle yapılmasına bu gerekçeyle de olsa potansiyel suçlu gibi girişte çocuklarının üstünün aranmasına karşı çıkıyorlardı.

Bu görüş ve anlayış çatışmasına on dakika ara verildiğinde veli ve öğretmenlerle kapı önüne çıkılınca; çocukların okul girişinde aranmasını hararetle savunan bir veli ve onu teşvik eden öğretmenin aceleyle birer sigara yakmaları dikkat çekiciydi.

Kendi bağımlılıklarıyla baş edemeyip yanında sigara içerek büyüttükleri çocuklarını sigaradan uzak tutmak için düşündükleri tek çare böyle üst arama gibi inzibati tedbir oluyordu.

Kendilerine siz böyle sigara içiyorken çocuğunuz nasıl sigaradan uzak kalabilir ki diye sorunca; biz çocuğa sigara içmek çok kötü bir şey sen sakın içme diyoruz savunmasına geçtiler. Bu tavrınız ona bağımlılık duygusunu aşılamış olmuyor mu diye üsteleyince, başka bir yol olmadığını çaresizlikle belirttiler.

Yetişmekte olan insanlar üzerinde erişkinler açısından en önemli etkenin “örnekleme” olduğunu es geçen bu davranış: özetle, “be demesene be!” diye bağırmak, ülkemizde çok geçerli olan bir terbiye etme anlayışını yansıtır.

Bunu geçerli kılan toplumsal tavır, “be demesene be” kültürünü egemen hale getirmiştir.

Hatayı kendisi üzerinden modellemekten kaçınmayıp, çocuk tarafından yapılmasını nasihatle önlemeye kalkan bu davranış, her alanda kendini gösteren örneklere sahiptir.

Doğruyu yaparak örnek olma yerine öğütle doğruyu önerme kolaycılığı sonunda, kendisi dışındaki tüm hataları af etmeyen ama kendisi hata yapmaktan da vazgeçmeyen bir davranışı geçerli hale getirmektedir.

Toplumsal kültürümüzün bu çok önemli dinamiğini nasıl düzeltebiliriz?

Tabii ki önce yanlışlarımızı kendimizde yok etmeye çalışarak.

Aslında çocuk yetiştirirken insanlar bir kez daha büyüdüklerini bu nedenle hissederler.

“Böyle gelmiş böyle gider” kolaycılığı yeni nesilleri baştan çaresizlik kabulüne zorlayan, “Be demesene be” kültürünün kabulüne de dayanmaktadır.

Kendini kontrol çocuğu kontrol kadar zorunluluk gerektiren bir sorumluluktur.

10 Ekim 2010 Pazar

Farklılık Eğitimleri

Çocuk ilk önce içine doğduğu sosyal kültürün kodlanmasıyla biçimleniyor.

Genel olarak “eğitim” yoluyla çocuğa bu kültürü ve diğerlerini öğrenme ve tanıma olanağı sağlanıyor.

İlk yaşından itibaren kültürel veya her tür farklılığa açık büyüyen çocuklar, farklı olanla birlikte yaşama kültürünü de daha baştan kazanmış oluyorlar.

Çocuğun bu yolla farklı kültür aidiyetlerini yadırgamama yolunda eğitilmesi büyüyünce farklı olana açık olmasını sağlayan önemli bir etken.

İngiltere’de uygulandığı söylenen okul öncesi dönem çocuklarına farklı kültürlere ait biyografi okutma deneyimi, bu dönemindeki kazanımların en etkili ve kalıcı olduğu gerçeğiyle temellendiriliyor.

Ülkesel, sınıfsal, bölgesel, gelişimsel yönden her türlü farklılığa açık olan internet erişimi, iklimsel ekonomik ve de siyasi mültecilik, günümüzde özellikle batı toplumlarını, gittikçe daha küresel boyutlu karma kültürlere dönüştürüyor.

Farklı kültürlerin insanlarını birarada barındıran bu oluşum, hangi kültürden olursa olsun kendi içinde özüne sarılma tutuculuğu ile farklıyla kaynaşma gerçekçiliğini birlikte var ederek uzlaşmayı önemli hale getiriyor.

Öte yandan günümüzde hangi kültürden ve temel eğitimden olursa olsun tüm çocukların çağdaş iletişim araçlarıyla aynı biçimde uyarılıp kodlanmaya açık olduğu görülüyor.

Yine, Sosyal Medya denilen paylaşım sitelerinde yetişkinlerin her şeylerini herkesle paylaşma tavrının gerçek yaşamı da etkileyen bir utanma duyarsızlığına dönüştüğü saptaması dikkat çeken bir gelişme.

Çevremizde pek çok örneğine rastladığımız bu durumu Pervasızlık kültürü olarak da nitelendirirsek; Facebook veya benzeri sitelerde varlık göstererek büyüyen nesillerin günümüz duygularından çok farklılaşacağını söyleyebiliriz.

Erken yaşta gününü yoğun televizyon izleyerek geçiren miniklerde, çizgi filmlerin sanal kahramanları ile özdeşleşerek sanal dünya gerçeği ile yaşamın gerçeğini, ayırt edememe rahatsızlıkları oluştuğunu biliyoruz.

Yakın geçmişin Süpermen gibi sanal kahramanlarla özdeşleşerek kendini tehlikelere atan çocuklarının yerini bilgisayar oyunlarında umarsızca adam öldürme başarısı kazanan çocuklara bırakması, insan duygularındaki farklılaşmaların seyri üzerine düşündürüyor.

Aralarındaki kültürel farklılık ne olursa olsun yeni nesillerin günümüzden farklılaşan ortak yanı bu.

Okulöncesinden başlayarak eğitim sistemimizin, nicelik ve nitelik yönünden olması gereken yere ulaşmasına çalışırken günün şartlarına uygun eğitim girişimlerini gerekli kılan bu konular üzerinde düşünmenin de önemli olduğunun farkında mıyız?

3 Ekim 2010 Pazar

Rol Yaptırılan Çocuklar

Yeni başlayan bir tv dizisinde oyunculuğuyla dikkat çeken minik Osman’ın, televizyon haberlerinde defalarca gösterilen ağlama sahneleriyle, rolünü ne kadar iyi oynadığı konu ediliyor.

Bir okul öncesi çocuğunun aile dramı içinde yaşadıklarını yansıtan etkili oyunu, ard arda gösterilip büyüklerin beğenilerine tekrar tekrar sunulurken ekrana gelen yapım sorumlularından birinin çocuğun bu role pedagog eşliğinde hazırlandığını söylemesi yapımcı ve seyirci olarak hepimizin bilinçaltındaki suçluluk duygusunu açığa vuran ve onu yatıştırmaya yönelik bir cevap gibi.

Anne baba kavgalarına şahit olan çocukların bundan ne kadar rahatsız olduğu bilinen birşey. Ailelerin bunu çocuklara yansıtmama çabası da öyle.

Bu nedenle burada bir pedagog gerektiğinin altı çiziliyor olmalı.

Yine de pedagogun böyle durumlarda çocukların ne hissettiklerini gerçeğe uygun vermek ve oyuncuyu ona yöneltmek için mi, yoksa oyuncu çocukta rol gereği de olsa oluşturulan bu gerginliğin stresini atlatabilmesine yardım için mi bulundurulduğu sorusu akla takılıyor.

Yetişkinlerin seyirlik dramalarında yine yetişkinlerin duygularına hitab etmek üzere kullanılan bu minik bedenlerin durumu, niye pekçok kişiyi rahatsız etmiyor acaba?

Hatta kendi çocuklarını bu tür kullanım alanlarına marifet gibi sunan ve karşılığında ödenen paraya tamah eden anne babaların aymazlıkları şaşırtıcı gelmiyor.

Yaşamın gerçeğini yansıtan böyle sahnelerdeki bu rolleri kim oynayacak diye itiraz edenlerin buldukları çarenin bu kullanımdan doğacak zararları böyle telafi etmek olmasına söyleyecek bir söz bulunamıyor.

İnsanların ve özellikle de çocukların başına gelen önlenemez olayların tahribatını hafifletmek için pedagog takviyeli yaklaşım bilimsel olur ama çocukları, zarar göreceği bilinen durumlarda bırakmaktan çekinmeyip sonra onu tamir etmeye kalkmak anlayışı yani önce bozup sonra tamir etmenin ne kadar bilimsel olduğu tartışılır.

Eğer çocukların bu tür kullanımları önlenemez bir felaket olarak algılanıyor ve zararın böyle telafi edilebileceği sanılıyorsa bu daha da ürkütücü.

Ne için?

Erişkinlere gerçeği anlatan sahneleri tam olarak sunabilmek onları mutlu edebilmek için.

Para ve şöhret karşılığı minikleri bu yolda değerlendirmek ve başarısını onaylamak ama o miniklerin uğrayacağı maddi manevi tehlikeleri sonra düzeltilir diye gözardı etmek ve bunun doğal kabul edilmesi, yetişkin bencilliği, aymazlığı ve de körlüğü değil midir?

Bu durum çocukların ihmal ve istismarına girmez mi?

Sevimlilikleriyle yetişkinleri duygusal hazlara boğan bu minikleri seyretmek tabii ki güzel ama bu durumun çocukların büyükler tarafından kullanılması olduğu gerçeğini maalesef yok etmiyor.

İşte en ürkütücü ve tehlikeli sahnelerde çocuk figürlerini çekinmeden kullanan ve kullandıran büyüklerin, çocukların uğrayacağı zararlara karşı bulduğu çare de pedagog kontrölü oluyor.

Çocuklar, oyuncaklarını, vereceği zararı bilmeden meraktan bozup, sonra tamir ederek düzeltmeye kalkıyor.

Yetişkinler ise çocuğun uğrayacağı ruhsal va bedensel tehlikelere aldırmadan onu bir oyuncak gibi ele alıp önce bozup sonra tamir etmeye kalkıyorsa, gelişkinlik bu mu diye sormak gerekiyor.

Üzerinde düşünülmesi gereken bu soruyu "Ne yani çocukları filmlerde oynatmayalım mı?"  kestirmeciliğiyle yadsımak, soruyu cevaplamaya yetmiyor.