ULUSAL İLETİŞİM AĞI

29 Ocak 2012 Pazar

Nefret Kültürü ve Çocuklarımız


İletişim çağında insandan insana yer, mekan ve zaman dışı ulaşımlarla biçimlenen iletişim biçimleri, pek çok değer yargısını da yeniden üretiyor, insana ait tüm artı ve eksileri de farklı boyutlara taşıyor.

İletişim ve etkileşim alanında acil dikkat isteyen en önemli sorunlardan biri de çeşitli nefret suçlarıyla dışlaşan nefret kültürü.

Kendi özellik, seçim ve aidiyetlerinden farklı olana duyulan düşmanlıkla şekillenen suçlara özetle nefret suçu deniyor.

Bir kişiyi ırkı veya ulusal kimliği, insan olarak cinsel ve bedensel farklılığı, inanç, fikir, davranış kategorisi, ve sahip olduğu pek çok farklılığının diğeri veya diğerlerince nefret odağı haline gelmesine ve o kişiye zarar verilmesine yol açan suçlar, aslında gelişmemiş bir algı sorunundan kaynaklanıyor. Daha doğrusu bu algısızlığın üzerine inşa edilen bir kültür sorunu oluyor.

Doğal çevre kültürünün bu davranış örnekleriyle kodlanan çocuklar, bunları doğal bir davranış gibi benimseyince daha sonra düzeltilmesi zor belki de olanaksız, ön yargılı bir yetişkine veya kurumlara dönebiliyorlar.

Tüm insanlar eşittir ilkesinin aslında eşit sayılmayan insanlar arası farklılıkların, o insanların yasalar önünde eşit haklara sahip olarak algılanması hedefine dikkat çekmek için söylendiğinin de tam algılanmadığını gösteriyor. Algılanmamasından doğan suç işleme teşvikleri ortadan kalkmadıkça bu farklılığa karşı düşmanlıklardan oluşan suçları önlemek de yetersiz kalıyor.

Bu açıdan her türlü ayrım kitlesince oluşturulan derneklerin ve kişisel hakların korunmasına dair örgütlenmeler nefret suçlarına dair bir yasa oluşturulmasını istiyorlar. Bkz: http://nefretme.net

Çocuk ve gençlerimizin içinde yetiştikleri ve pek çok örneğini gördükler nefret suçlarının yasal olarak önlenmesinden çok, kültürel yönden önlenmesini sağlayan temel bir eğitimin gerekliliği gün geçtikçe önem kazanıyor.

Bu da resmi ve gayri resmi tüm kişi ve kurumların sosyal sorumluluk bilinciyle oluşur.

Kaynak gösterimi:  www.0-18.org

22 Ocak 2012 Pazar

Yeni Nesiller, “Düşünme”den Neyi Algılıyor?


El birliği ile oluşturduğumuz toplumsal düzenden yansıyan “düşüncesizlik”ler, yeni yetişenlerin çoğunca "düşünmek" eyleminin sadece bir heykel figürü olarak algılandığını, eskiye göre daha çok bilgiye ulaşılsa da insanların artık düşünmediklerini gösteriyor.

Eğitim sistemi çeşitli kademe ve uygulama alanlarında devamlı değiştirilip, en modern sayılana talip olunsa da ardında yatan mantık ve düşünme yetersizlikleri değişmediği için daha farklı bir sonuç alınamıyor. Zira yeniliklerin çoğu bilgiye dayalı düşünme becerisini geliştirici uygulamalar içermiyor.

Özellikle Temel Eğitim alanında süre ve verim ölçme uygulamaları ikide bir yapılan müdahalelerle değiştirildiğinden uygulamaların gerçek randımanı da ölçülemiyor.

Uygulama süresi bu kadar kısalınca nesiller arasında kıyaslama yapan "bizim zamanımızda" sözü de iyice anlamsızlaşıyor. Yap -boz tahtasına dönen eğitim düzenlemeleri, aynı dönemin farklı kademelerinde okuyanların bile böyle bir zaman birlikteliğinden söz etmelerini önlüyor.

Aynı zaman diliminde eğitilenler bile bu değişimlerle ayrı uygulamaların denekleri olarak farklı kodlanıyorlar.

Ayrıca, "Bilgi”ye ulaşım, etkileşim ve de kullanım biçimleri hızla değiştiğinden, şu veya bu uygulamalarla aynı dönemde okuyanlar bile, her an yeni bir sunum, etkileşim ve uygulama adaptasyonuyla karşılaşıyorlar.

Bilgi türleri kadar ona ulaşımı da değiştiğinden ömür boyu bilgilenme, özel bir istek olmaktan çıkıp herkes için her yaşta gerekli bir zihinsel aktiviteye dönüşüyor. 

Günümüzde temel ve zorunlu eğitim sistemlerinin çocuk ve gençler adına dikkat isteyen en temel noktası, çağa uygun, doğru bilgi ve düşünce becerisi sağlayacak bir eğitim anlayışı olmalı. “Bilgi”yle “düşünme” arasındaki bağı yeterince önemsetecek noktaya ulaşılmaması eğitimimizdeki boşluk ve randımansızlıkta kendini gösteriyor.

Özellikle akademik derecelere sahip eğitimlilerin “düşünme” ve “bilgi” yetersizlikleri genel olarak “eğitim” algısını da sorgulatıyor. 

Başlı başına bir çocuk hakkı olan eğitim ve öğretimin bu noktalar üzerinden ele alınması önemli bir sorumluluk.

Milli Eğitim Bakanlığı, ideolojik perspektife sıkışmadan her şeyden önce düşünen insan yetişmesine ağırlık verecek girişimlerde bulunmalı. Yoksa, bilmekle düşünmek arasındaki farkı da açığa vuran dünyayı ve çevresini doğru kavrama niteliğinden yoksun  insanlar topluluğu olmaya devam edeceğiz.

Kaynak gösterimi:  www.0-18.org

14 Ocak 2012 Cumartesi

Bilgiç Çocuklar !


'Bilgi', zihnin yapı taşı olarak düşüncenin gelişimi açısından işlevseldir.

Bilgili olma, bilgiye sahip olmaktan çok, düşünce üreten veya bilgi depolanmasıyla oluşan bir durum olarak bilgiçlikten ayrılır.

Bilgiçlik, bilginin içselleştirilmeden alınıp satılmasına dayanan bir çeşit ticarettir.

Birbirine karıştırıldığı için bu noktaların aralarındaki ayrım da çoğunlukla önemsenmez.

Bilme, sadece bilgiyi tekrarlamak değil, zihinsel üretimle düşünce ve beynin geliştirilmesidir.

Zihin gelişmesi ve anlama yönünden bilgiye çok önem verilmeyen ülkemizde daha geçerli olan bilgi türü, ansiklopedik bilgidir.

İşlenmiş ve zihnin düşünsel kapasitesini geliştirmiş bilgilenmeye yatkınlık olmadığı için bilgiyle düşünme yerine kuru bilgi çoğu kez bilmek olarak değerlendirilir.

Bu nedenle dedikodu vb kaynağı belirsiz bilgilerden düşünce üretmek yaratıcı ve geçerli bir zihinsel efor olarak değerlendirlir.

Çocukların da çevresel etkileşimle oluşan zihinsel kodlanması, bilgi ve düşünce analizleri yerine kaynağı belirsiz ve duygusal yorumların çıkarımlarıyla biçimlenir.

Her devirde yetişkinlerce çok zeki ve akıllı bulunan “şimdiki çocuklar”!, kısa sürede çevre değerleri doğrultusunda kodlanarak düşünmeden konuşan, duyduklarını papağan gibi tekrarlayan bilgiçlere dönüşerek toplumla bütünleşirler.

Genel olarak bilgiçliğin, bilgiyle düşünmenin önüne geçtiği yetişkinler dünyası, kendi katkılarıyla, bilgili değil, bilgiç çocukların yetişerek topluma katılmasına ve aklı devre dışı bırakan bir düzenin sürmesine yol açmış olurlar.

Kaynak gösterimi:  www.0-18.org

7 Ocak 2012 Cumartesi

Çocuk Kullanımı, Çocuk Katılımı Değildir


“Çocuk Katılımı” gibi kavramların nasıl anlaşılmaması gerekliliğiyle süren ortak kavramsal çalışmamız bu alanda kafa yoranlar için bazı haberlerle daha da önemli hale geliyor.
 
6 Ocak’da yer alan bir habere göre bir vakfa bağlı bir ilköğretim kurumu öğrencileri TBMM’de grubu bulunan siyasi partileri ziyaret ederek kendi anayasa çalışmalarını sunmuşlar.

Dini eğitim veren anaokullarının açılmasını ve din adına baskı yapanlara da para ve hapis cezası verilmesini talep etmişler.

13-14 yaşındaki ilköğretim öğrencileri, CHP’nin uzlaşma komisyonu üyesi Atilla Kart’a, “1982 Anayasası askerin hazırladığı baskıcı bir anayasa. Toplumun mutluluğu için bir sivil anayasa hazırladık” deyince, onun da; “Kalıp laflara katılmayın. Askerin etkili olduğu gibi birilerinin sizi yönlendirmesine izin vermeyin. Ne yapacaksanız özgür düşüncenizle yapın” dediği ve de öğrencilerin, televizyonlarda sürekli anayasa tartışmalarını dinlediklerini ve artık milletin ihtiyacı olduğu düşüncesini taşıdıklarını söylediği bildiriliyor.

Bu haber de, çocuk istekleri olarak bildirilenlerin ve, çocuk katılımın da esas dürtücü gücün büyüklerin davranışları olduğu ve çocukların anlamını bilmedikleri konularda bile güdümlü kodlanmalarla konuşabildikleri gerçeğini gösteriyor.

Çocukların dini eğitim istemesi, çocuk katılımı diye çocukların eğitim konusundaki bilgilerini temel almanın yanlışlığını gösteriyor.

Çocukların kendileri için "şu eğitim iyidir" yargısıyla istek bildirmeleri, hele okudukları okulun dini eğitimi hedefleyen bir kurum olduğu biliniyorsa, temel yapılacak bir çocuk isteği olarak kabul edilebilir mi?

Son günlerde tartışma alanına giren zorunlu ilköğrenimin 12 yıla çıkarılması hedefinin temel hedef ve uygulama biçiminin üzerinden gelişen tartışmalar, çocuk katılımının, büyük oranda çocuğun, çocuk için bahane edilerek kullanımından öteye algılanmadığı fikrini kuvvetlendiriyor.

Çocukların fikri ve isteği budur diye kendi davalarının taraftarı yapma alışkanlığının sürmesi çocuk görüşü ve katılımının nasıl algılandığını bir kez daha gösterirken büyümeyenlerin yalnızca çocuklar olmadığını da gösteriyor.

Kaynak gösterimi:  www.0-18.org

1 Ocak 2012 Pazar

Cinayet Kültürüyle Büyüyen Çocuklarımız Ne Olacak?


Pek çok etkenin yanı sıra insanların algı farklılıklarından kaynaklanan sözlü ve yazılı iletişim saldırganlıklarının en önemli örneği eş cinayetleri olmaya başladı. Çoğunlukla kadınların öldürülmesi üzerinden gerçekleşen bu davranış gittikçe gelenekselleşerek artık anlaşmanın daha zor, hatta imkansız olduğunu düşündürüyor.

Amaca kısa ve hızlı yoldan ulaşmayı hedefleyen iletişim biçimi olarak kavga /dövüş, cinayet  türü fiziki saldırganlıklar, gözü dönmüş insanın vahşi hayvandan daha tehlikeli olacağını ispatlamakla kalmayıp, önlemenin zorluğunu da gösteriyor.

Özelikle eş cinayetlerindeki ‘yok etme yaratıcılığı’, insan varlığında gömülü vahşeti göstermesi açısından dikkat çekiyor.

Devlet koruması altındayken veya kalabalık içindeyken bile eşleri tarafından öldürülmekten kurtarılamayan kadınların çokluğu, bugün için olduğu kadar gelecek için de umut kırıcı ve geçimsiz çiftler için de saatli bomba işareti gibi.

Her gün tanık olunan eş şiddetine maruz kalan kadın olgusu, toplumun kutsadığı analık kavramı gibi pek çok değerlendirmeyi de yok ediyor. Gözleri önünde anneleri veya aile fertlerini öldüren babalar da çocuklar gözünde kutsal olmaktan çıkıp ürkütücü bir canavara dönüşüyor.

Böyle cinayetlere tanık olan ve bu ortamda büyüyen çocukların bugünü ve yarını da çok yönlü bir toplumsak endişe kaynağı.

Sayıları arttıkça zihinlerde legalleşen bu cinayetlerin yeni yetişenlerde nasıl duygu ve değerler oluşturacağı, böyle olaylara tanık olan ve hiçbir terapi görmeden yaşamlarına devam eden bir yığın çocukta insan algı ve sevgisinin nasıl biçimleneceği ve gelecekte nasıl bir toplum dokusu oluşacağı gerçekten düşündürücü.

Artan ve kanıksanan kadın cinayetlerinin sadece çocuklarda değil tüm toplum kesimlerinde evlilik, aşk, sevgi ve insana dair pek çok olayın farklı değerler oluşturduğu görülüyor. Bu nedenle kocanın karısını öldürmesi veya evlenen kadının kocası tarafından öldürüleceği sanki normalmiş gibi görülebiliyor. 

Bu durumun bedeli, kadına daha çok susmak olarak mı dönecek, yoksa hak arayan kadın zaten ölümü hak etmiş mi sayılacak veya evliliklerin yürüme garantisi olarak nikahta eşini öldürmeme antlaşmasının yapılmasını mı sağlayacak soruları kafalara yerleşmeye başlıyor.

Her cinayet örneğiyle toplumsal algıda biraz daha legalleşen bu oluşumların alt yapısıyla yanlışların gelenekleştiği bir toplumda bu tür değişimlerin yadırganıp yadırganmayacağını zaman gösterecek.

Töre ve namus cinayetlerinin geleneksel dokunulmazlığına evlilik cinayetlerinin eklenmesiyle cinayet kültürü gelişen toplumumuzda, insanlık algısı zedelenen çocuklarımızı nasıl koruyacak, yeni nesillerin akıl ve duygularını nasıl inşa edeceğiz?

Kaynak gösterimi:  www.0-18.org