ULUSAL İLETİŞİM AĞI

26 Aralık 2010 Pazar

Ne Olur Yapma Anne!

22 Aralık günü Radikal gazetesinde “Anne Dayağı TBMM’de” başlığı ile verilen haber, tüyler ürpertici olduğu kadar umut da vericiydi.

Yüzü kapalı olarak kullanılan görsel ve altında “Çocuklara yönelik şiddet, işkence boyutuna ulaştığın da bile görmezden gelinebiliyor” yazısı da.

Yurdagül Şimşek imzalı bu haber de anlatılanlar, toplum ve bireylerce içselleştirilerek normal hale getirilen şiddet olgusunu çok iyi anlatıyordu.

M. Akgül adlı bir vatandaş misafir olarak gittiği bir apartmanda, bir annenin 10 yaşlarındaki çocuğunu çok kötü şekilde dövdüğüne tanık oluyor.

Önemli olan bundan sonrası.

Çocuğun “Ne olur yapma anne” diye yalvarmalarına rağmen şiddet ve baskıdan kurtulamamasına ve komşuların da korkudan araya giremeyip seyirci kalmasına sadece üzülmekle kalmayıp bu durumu bir  dilekçe ile Türkiye Büyük Millet Meclisi İnsan Haklarını İnceleme Komisyonuna bildiriyor.

Komisyon Başkanı Zafer Üskül, İzmir Valiliğine bir yazı yazarak bu olayla ilgili inceleme başlatılması ve alınacak önlemleri da kapsayan bir araştırmanın komisyona bildirilmesini istiyor.

Her şeyden önce şahit olduğu bu olaya bir insan ve vatandaş olarak duyarsız kalmayan ve de önlenmesi için gerekli harekete geçen bu vatandaşı alnından öpmek gerek.

Olaya duyarsız kalmayan komisyon başkanını ve gelişmelere göre Valiliği kutlamak gerek.

Bir çocuğun dövülmesi hele annesi tarafından dövülmesi ve bunun normal gibi karşılanması işin en yürek yakan tarafı.

Bu duruma, insan ve çocuk hakkı kavramıyla müdahale etmeyi sağlamak çok önemli bir insanlık ve vatandaşlık görevi.

Ama en önemlisi, çocukların ailenin malı olmadığı bilincinin gelişmekte olduğunu gösteren bu vatandaş duyarlılığı.

İnsanın yüreğini burkan bu haberin en umut verici ve iyi olan yanı, tesadüfen orda bulunan ve hep yaşandığı halde kimsenin önleyemediği böyle bir olaya bilinçle yaklaşan vatandaşların olması.

Daha da önemli olan yanı bu durumun haber yapılması.

Şiddetin toplumsal yansıması böyle duvarlara çarptıkça bu örnekte görüldüğü gibi aile içi bir sorun gibi algılanmaktan çıkıp önlenebileceği kesin.

Sorunların çözümünde en kestirme yol görmezlikten gelmektir yaklaşımı artık terk edilmeli.

Bir tane kurtulmuş ne olacak azımsaması mazeret olarak kullanılmamalı.

Özellikle aile içi şiddet uygulamalarına insanlık ve vatandaşlık hakkına dayalı böyle müdahalelerin ne kadar önemli olduğu kavranmalı.

O zaman, çocuğum değil mi döverim de severim de savunusu boşa düşer. Hak arama kavramı anlam kazanır.

Ailelere çocukların aynı zamanda topluma ait olduğunu, böyle girişimler ve tabii sonuç alınacak resmi işlemlerle çözümlenebileceğini kavratmak önemli bir görev vatandaşlık görevi.

Aynı zamanda medyanın bu olayları haber yapması çok önemli.

Komisyonlara havale edilen işler genellikle çözülemeyecek olanlardır yargısıyla bundan bir şey çıkmaz diyenler her zaman olacaktır.

Unutulmaması gereken bu davranış bilinci çoğaldıkça herkes görevini yapmaya zorlanacaktır. Bu sorun tek bir kişinin sorunu değil toplumun sorunudur.


Kaynak gösterimi: Özkan, S., www.0-18.org, Düşününce

18 Aralık 2010 Cumartesi

Karne Hediyesi Silah Olacak Mı?

Bu haftanın en önemli haberi silah yasa tasarısıyla ilgiliydi.

Toplumumuzun geniş bir kesimince, erkek çocuklarının silahla tanıştırılmasının erkeklik olarak değerlendirildiği ve her sevinçte silahla kutlama yaparak bilinçsizce sağa sola ateş etmenin adet sayıldığı bilinen bir şeyken, bireysel silah teminine neredeyse, çiklet alma kolaylığı getirilmesi çok da şaşırtıcı olmadı. 

Böyle bir yasa tasarısının meclise getirilmesi de bunu gösterdi.
Buna rağmen gündeme gelir gelmez doğan geniş tepki o kadar etkili oldu ki şimdilik geri çekilip dondurularak toplu dikkatin dışına çıkarılmak zorunda kaldılar.

Demokrasinin adam dövme ve öldürme hürriyeti olarak da algılandığına tanık olduğumuz toplumumuzda böyle bir tehlikenin oluşturulması tüyler ürperticiydi.

Ülkemizde yeterince ölüm nedeni varken insanlara bir de 18 yaşından itibaren silah edinme,  silahla öldürme veya ölme kolaylığı sağlanması yine ileri demokrasi olarak algılanıyor olmalı ki Silah Severler Derneği de kendini savunacak fırsatları tartışmaya kalktılar.

Kümes Hayvanlarını Koruma Derneğinin horoz dövüşü yaptırarak sergiledikleri mantık çelişkisi burada da karşımıza çıkıyor. Korunan horozların birbirleriyle öldüresiye dövüştürülmesi, onların neden korunduklarını anlatıyor.

Silah Sevenler Derneği de silahlı çatışmaları ve silahın varlığını korumak ve de sevmek üzere oluşturulduğunu gösterdi.

Silahsız yaşanmaz hale getirilen bir toplumda, silah sevmemenin artık mümkün olmadığını gösteren bu girişime itiraz etmek bile şimdiden tehlikeli görünüyor.

Ülkemizde bu tür kendiyle çelişen tanımlamaların çokluğu bizi, yeniden neyi nasıl algılıyoruz sorununa sürüklüyor.

Bilgi vermek üzere kurulduğu halde başvuranlara bilgi yerine soru sorduğuna pişman etme yönünde işleyen “Danışma” bölümlerinin varlığı ülkemizde sık rastlanan bir olgudur. 

Danışma sözünün “sakın bir şey sorma, danışma” anlamına geldiğini kısa zamanda kavradığımız gibi daha pek çok alanda böyle deneme sınama yoluyla öğrendiğimiz sunumuyla çelişkili işleyişler mevcuttur.

Bu bağlamda “Koruma” ve “Sevme” sözlerinin işleyişinde tam tersi anlamlar barındırabileceğini bir kez daha görüyoruz.

İnsanları hayvanlardan ayıran önemli özelliği düşünme, konuşma ve alet kullanabilme becerisi olarak yorumlandığına göre silahla insan öldürmenin kendi içinde bir gelişmişlik olarak algılanmasını da tartışanlar çıkacaktır.

Bu açıdan bakınca normal görüldüğü için olsa gerek, öldürücü bir alet olarak kontrolsuz  bireysel silahlanmanın suç olarak algılanmaktan çıkarılmaya ve buna yasal teminat sağlanmaya kalkılıyor.

Bireysel silah edinme hakkı ve kolaylığı sağlayarak silahlanmayı teşvik ettikten sonra kendini koruma gerekçesi ile savunulması, tüm demokrasi söylemlerine rağmen  toplumda oluşturulamamış olan diyalog kurma yeteneğinden de hepten umut kesildiğini gösteriyor .

Her şeyi Amerikan toplumu üzerinden örnekleme merakı ile ileri ülkelerde böyle oluyor, bu gerekli türünden yorumlar yapılarak kılıf uydurulurken, oralardan yansıyan haberlerde sıklıkla görüldüğü gibi bunalıma düşenlerin okul basıp rastgele adam öldürmelerinin de şimdiden normal görülebileceğini gösteriyor.

Çocuklarımıza karne hediyesi olarak çok fonksiyonlu silah hediye edeceğimiz günlere az mı kaldı diye sormak ve düşünmek gerekiyor.


Kaynak gösterimi: Özkan, S., www.0-18.org, Düşününce

12 Aralık 2010 Pazar

“Anlama” Yeteneğimiz

Bizim de içinde bulunduğumuz Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) ülkeleri arasında eğitim alanında yapılan Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı (PISA) araştırmasının sonuçları açıklanmış.

35 ülkeyi kapsayan karşılaştırmalı tabloda öğrencilerimizin yeri 32.sıra ile sondan üçüncü olarak saptanmış.

Gazetelerin eğitim haberi olarak yer verdiği bu araştırma, 2009 yılında 15 yaşında beş yüz bin öğrenci ile -Fen/Bilim-,-Matematik-, -Okuma ve anlama- başlıkları ile üç ayrı alanda gerçekleştirilmiş.

“Okuma ve anlama” alanında ilk beş sırayı paylaşan ülkeler; Güney Kore, Finlandiya, Kanada, Yeni Zelanda ve Japonya’daki öğrencilermiş.

Türk öğrenciler, Şili ve Meksika’nın önünde 32. sırada yer bularak sondan üçüncü olmuşlar.

Yıllardır çok yönlü bilgilenme ve medya takibi yapan biri olarak ülkemizde kimsenin birbirinin yazdıklarını ve söylediklerini tam olarak anlamadığını saptadığım için bu haberin üzerinde durulmaya değer olduğunu düşünüyorum.

Toplumsal gündemi tayin eden ve günlerce süren çoğu ağız dalaşlarının altında da fikir ayrılığından önce bu nokta egemen oluyor.

İlk önce eğitim sisteminin bozuk ve yetersiz olduğunu düşündüren araştırma sonuçlarının oluşumunda etkili olan ve toplumumuzda yaygın olarak bulunan bilgi ve bilgi edinme merakının gelişimini önleyen çeşitli etkenler söz konusu.

Bilgiden fikir üretmek yani düşünmek alışkanlığı, genellikle bilgi kırıntıları ve söylentilerden dedikodu ve komplo üretmekle sonuçlandığından, gerçek iletişim ve diyalog kurulamıyor. Çünkü diyalog kurulabilmesi tarafların her şeyden önce söyleneni doğru anlamasıyla ilgili.

Bilgi edinme ihtiyacını kitap ve gazete okumadan geçiştiren ve hiçbir engelle karşılaşmadan bilmediği konularda rahatlıkla konuşabilme olanağı bulan insanlarımız öğrencilikten başlayan bu alışkanlıkla anlama yeteneklerini geliştirmeden yetişiyorlar.

Anlama yeteneğinin gelişmemesine yol açan “öğrenme” merakının terbiye edilmemiş olması, sınırları çizilemeyen bireyleşme olgusu, özellikle merak duygusunun ‘anlama’ özelliğini geliştirecek biçimde terbiye edilmemesi gibi pek çok nokta bazı tarihi ve sosyolojik gelişmelerle birleşince ortaya anlama özürlü bireylerin çoğunlukta bulunduğu bir toplum çıkıyor.

Resmi eğitimle sınırlı bilgilerin ezbere dayalı olarak içselleştirilmesi, ders çalışmanın okumak olarak kabul edilmesi, okuma alışkanlığını kazandıracak çevre etkileşimlerinin azlığı da, okuduğunu anlama yeteneğinin gelişmesine ket vuran diğer önemli engeller.

Eğitim yoluyla kazanılan diplomaların bu açıdan işe yaramadığını gösteren beyaz yakalı cehaletin ortaya çıktığı örneklerin bolluğu, “okuduğunu ve söyleneni anlama” yeteneğinin bu yolla geliştirilemediği gerçeğine ortaya koyuyor.

Buna ilaveten bilgi aktarımının laf taşıma olarak algılanması, her alanda kendi aklı ile düşünmek yerine  taraftarlık şemsiyesine sığınma ihtiyacı ve kronik ‘güvensizlik’ duygusu, bilme hakkı ve merak olgusunun icat çıkarma işgüzarlığı gibi değerlendirildiği toplumumuzda, küçük yaştan itibaren anlama yeteneği körelen çocuklarımızdan farklı bir tablo çıkabilir miydi?
Yine de moralimizi bozmayalım.

Kaynak gösterimi: Özkan, S., www.0-18.org, Düşününce

5 Aralık 2010 Pazar

Canlıyı Ziyan Etmek

Dört yaşındaki çocuk, yerde seri ve kıvrak hareketlerle dolaşan minik bir haşereyi heyecanla annesine gösterince, oğlunun korktuğunu düşünen anne, koruyucu bir hamle ile ayağını hayvanın üstüne uzatır.

Çocuğun, “Ne yapıyorsun anne, hayvanı ziyan edeceksin” diye bağırması, anneyi yüzüne bir tokat yemiş gibi kendine getirir.

Bu duraklamadan yararlanan hayvan, halının altına dalıp gözden kaybolur.

Anne bir canlıyı yok etmesini önleyen ve en saf haliyle kendisine bakan bu yüze, bir de yaşamını kime borçlu olduğu bilmeden halının altına dalıp gözden kaybolan minik hayvana baktıktan sonra oğluna sarılıp yaptığı yanlış için özür diler.

Bu yaşanmışlık anlatısında olduğu gibi çocukların bazı sözleri, kimi zaman yetişkinlerin yüzüne inen bir tokat etkisi sağlayıp, düşündürücü oluyor.

Yetişkinlerin hep şimdiki çocuklar çok akıllı demeleri, çocuk aklının gerçekle iletişiminin yetişkinlere göre çoğu zaman daha dolaysız ve doğru bir bakışı yansıtmasındandır.

Çocuklar insanın yeniden büyümesini sağlar sözü de özellikle bu anlamda doğru bir söz.

Büyük balığın küçüğü yutmasına dayalı doğasal dengeyi aç kalmamak için hayvanları öldürüp yiyerek sürdüren en gelişmiş canlı olan insanın, ayrıca zevk için hayvanları birbiriyle ölümüne dövüştürmesi ve spor için hayvan avlamayı marifet saymasından doğan ziyan oluşlara henüz şahit olmayan çocuk aklı işte böyle tepki gösteriyor.

Bu sesi duymak ve üzerinde düşünmek gerekir çünkü insanlığın, güçlü ve güçsüz tüm canlıların yaşama hakkının korunduğu bir uygarlığa erişmesinde böyle seslere ihtiyacı var.


Kaynak gösterimi: Özkan, S., www.0-18.org, Düşününce

27 Kasım 2010 Cumartesi

Demokratik Pul !

Artık internet üzerinden satışı yapılan koleksiyon pullarının kitapevlerinde satıldığı dönemlerdeydik.

Sıkıyönetim dönemlerinin neredeyse kitap okumayı suç saydığı günlerden yeni çıkmıştık.

Gençler olarak çoğumuz için eğitimimiz sırasında oluşan siyasi kısıtlamaların yön verdiği yaşamlarımızda kitap evi açmak fikri ideal haline gelmişti.

İnsanlara kitap okuma olanağını sağlamak amacıyla lüks bir semtin en işlek caddesinde açtığımız kitapçı dükkanında, gelen geçenlerin dışında, eğitim düzeyi yüksek görünen semt sakinlerinin de sandığımız gibi kitap okumaya meraklı olmadıklarını hayretle görmüştük.

Dönemin ünlü aşk romanları dışında entelektüel yönden katkı sağlayacak kitapların çok az satılması bu işin ancak kırtasiye ve oyuncak takviyesiyle sürdürülebileceğini gösterse de gençlere okuyabilecekleri eserleri sunmayı ve işe buradan başlamayı görev bilen bir idealizmle işimizi sürdürüyorduk.

Yanıbaşımızdaki ilkokul ve kolej öğrencilerinin bazılarınca talep edilen koleksiyon pulları da kitabevine yakışan bir tavır olarak satış listemizde bulunuyordu.

Harçlıklarını bu işe yatıran bazı öğrencilerin dışında kimi yetişkinler için de koleksiyon pulları çocuklara yönelik iyi bir hediye olarak tercih ediliyordu.

İsteyenlere sunulan kapsamlı pul albümlerinde çeşitli ülke pulları yer alıyordu, öğrenciler bunları alıp pul koleksiyonu yapıyor ve bu konuda birbirleriyle yarışıyorlardı.

Dükkanda bulunduğum bir gün, kapıdan girdiği andan başlayarak tam da neye gösterdiği belli olmayan saygılı tavırlarıyla dikkat çeken bir adam, kızına pul almak istediğini çekinerek alçak sesle tezgahtara söyledi.

“Ona sürpriz yapmak istiyorum, ben seçeceğim ama bu konuda hiçbir bilgim yok.” deyince kendisine yardımcı olabileceğimi söyledim.

Albümün yapraklarını çevirirken dikkatini çeken bazı pulları “Şunlar ne pulları?” diye soruyor, ben de, hangi ülkenin olduğunu söylüyordum.

Hiçbirini seçemiyor olması bu konuda bir kıstası olmamasından çok, pul biriktirmenin çocuğu üzerindeki etkilerine dair taşıdığı şüpheyle ilgiliydi. Yanlış bir şey yapmak istemiyordu.

Şunlar kimin pulları diye sorduğu serinin Arap Pulları olduğunu söylediğimde küçümseyicilik taşıyan bir ifade ile, “Ay Araplar pul yapacak kadar oldular mı?”diye sormaktan kendini alamadı.

“Oldular.” demem üzerine, sayfaları çevirmeye devam etti.

“Ya şunlar hangi ülkenin acaba?” diye sorduğunun Sovyetler Birliği pulu olduğunu söylediğimde, “Aman kalsın. Ne olur ne olmaz" anlarsınız ya gibilerden bir tavır takınınca, yüzüne baktım.

“Komünistliği çocukların aklına sokmamak lazım.” diyerek dayanışacağımızdan emin bakışlarla sürdürdü konuşmasını.

Albümün ortalarını çoktan geçmiştik ki, işte buldum der gibi “Peki ya bunlar hangi ülkenin?” diye merakla sordu.
Emin olması için pulun kenarında yazan “Deutsche Demokratische Republik” yazısını okuyup, “Demokratik Alman Cumhuriyeti” diye kendisine çevirince, “Demokratik mi?” diye bilmiş bir eda ile sordu.

Ben de: okuduğumu soruyor diye evet anlamında başımı sallayınca tamam bunları alıyorum diye kesin kararını verdi.

Kızını zararlı şeylerden korumak ve eğitmek adına yaptıklarından memnun, aceleyle pulları alıp giderken, şaşkınlık içinde ardından bakarak yağmurdan kaçarken doluya tutulmak buna denir diye düşünüyordum.

Malum Berlin duvarı ve Sovyet rejimi yıkılmadan önce Almanya, Doğu ve Batı olmak üzere biri Komünist, biri Demokrat iki farklı rejimle yönetildiği o dönemde her olumsuzlukda ve de her taşın altında bir komünist aranırdı.

Komünist sözünün demokrat sözüyle kullanımı böyle ters algılamalara yol açıyor, komünist ülkelerin kendilerine demokratik demesini anlayamayanların başına da, böyle terslikler gelebiliyordu.

Bu nedenle pulların üstünden komünistlik bulaşacağını düşünen böyle sevimli babalar için de ne yazık ki yapılacak bir şey yoktu.

Kaynak gösterimi: Özkan, S., www.0-18.org, Düşününce

14 Kasım 2010 Pazar

Çocukları Kişisel Tercihlerimize Kurban Etmeyelim

Küçükken şahit olduğum ilk kurban kesilmesi olayı, gerekçelendirilen hiçbir açıklamayla kabulüm olmamıştı. Sonraları da hep bir hüzne dönüştü.

Yakınınızda sevip okşayıp beslediğiniz sevimli hayvanın, birkaç gün sonra törenlerle komşulara dağıtılarak ortadan kaldırılması.

Bunu gören çocuk ruhunun örselenmemesi düşünülemez.

Herşeyden önce dini inanç ve ritüellerin uygulamasının kişisel tercih olduğu gerçeği gözardı edilmemeli.

Şimdilerde her konuda olduğu gibi dini açıdan değerlendirilmeyen bir konunun kalmadığı Laik(!) ülkemizde "Kurbanlık"lar ve kurban etme biçimleri, bu nedenle çocuklar için daha da dikkat isteyen bir alan haline geldi.

Zira pek çok kişi bu alanda hiçbir sınır ve düzenleme kabul etmemeyi demokratik özgürlük gibi algılıyorlar.

Kurban derilerinin bağışlarını kapmak için kurbanlık koyun yanına sevimli bir oğlan çocuğu koyarak fotoğraflayıp kurban derilerine talip olan kuruluşlar, hem din istismarı hem de çocukların dinsel yönden istismarına yol açtıklarını düşünmüyor olmalılar.

Sokaklarda eli bıçaklı kasaplarca kovalanıp yakalanan ve sokak ortasında kurban edilme sahnelerinin çocuklar üzerindeki negatif etkisi önemlidir.

Dini gerekçelerle bu olguyu gerçekleştirirken, çocukların bu tür sahneleri görmelerine engel olmak yetişkinlere düşen önemli bir görevdir.

Sevap yapmak isteyenler, dinen kurban edilmekten kurtarılan çocukları, ruhen kurban etmeyecek dikkati de göz ardı etmemelidirler.

İnanç gereği kurbanla yaşamı bağışlandığı kabul edilen erkek çocukları ve tüm çocukları günümüz şartlarında sağlıklı ve insanca yaşatmak için onlara gereken olanakları sağlayacak bağışlar yapmayı tercih etmek de mümkün.

Bu konuda gösterilecek dikkat, erişkinlerin insani ve sosyal sorumluluğuna giriyor.

Herkese iyi bayramlar.

8 Kasım 2010 Pazartesi

Özgürlük!

Çağımız her türlü bireysel farklılıkları bir araya getiren ve birbiriyle yan yana var olmaya zorlayan bir çağ. Küresel demokrasiye gidişin de yolları buralardan geçecek.

Demokrasi algı ve uygulaması artık her ülkenin sınırları içinde yaşatılma çabasından öteye dünya çapında bireysel ve toplumsal ilişkilerin ön şartı olmaya başladı.

Küresel köy haline gelen gezegenimizde, ekonomi kaynaklı egemenlik ve paylaşım savaşları gittikçe farklıların bir arada var olma ve yaşama hakkı savaşına dönüştü. İletişim teknolojisinin önlenemez gelişimi, farklı kültürlerin eskiye göre birbirinden daha fazla haberdar olmasını sağlayan sanal dünya beraberliği de, bu durumu etkiliyor.

Yine ulaşım teknolojilerinin gelişimi, iklimsel değişimlere bağlı göçler, tek parçalı steril kültürlerin yapılarını çok kültürlülüğe zorluyor. Artık farklı olanla bir arada yaşama kültürünün kaçınılmaz gelişimi toplumları yeniden biçimliyor.

Kısaca insanlığın ortak gelişiminde gelinen yer burası. Bu gerçeği kabul etmek her topluma ve her bireye göre farklı bir süreç oluşturuyor.

Ezgi Başaran adlı gazetecinin Radikal’de yer verdiği “Küpeli Öğretmen”in başına gelenleri bu gelişimler doğrultusunda bakınca gerçekten çok net bir görüntüyle karşılaşıyoruz.

Manisa’da bir İlk Öğretim Okulunda görevli Cuma öğretmen, Okul bahçesini ağaçlandırmak uğruna arabasını satacak kadar eğitime gönül vermiş bir eğitimci. Atık pil toplamada okuluna ödül aldıracak kadar başarılı. Bu ödülü almak için düzenlenen törende tek kulağına taktığı küpeyi gören yetkililerden küpesini çıkarma yollu ihtar alıyor. Uymayınca, vali ödülü vermekten vazgeçiyor.

O da bu konuya karışılmaması gerektiğini hatırlatıp tavrını sürdürünce kendisini başka bir yere atamaya kalkılıyor.

Kişisel bilgiler kendisinden önce oraya ulaşınca küpeliyse hiç gelmesin tepkilerine maruz kalıyor.

Bu arada öğretmenin karısı ve oğlu kendisinden bu tavrını değiştirmesini istiyorlarsa da başaramıyorlar.

Gerekçesine gelince: Cuma öğretmen bu küpeyi altı aydır takıyormuş.

Takma nedenine gelince: öğrencilerine farklı olanlarla bir arada var olabilmeye alışmalarını öğütlerken bir öğrencisi ona siz farklılık yaratarak yaşamayı becerecek kadar cesur musunuz diye sorunca, o da böyle bir tavrı gerçekleştirerek öğrencilerine örnek olmaya çalışıyor.

Farklı yani bilinenlere benzemeyen ve alışılmamış bir tavır olarak tek bir küpeyi kulağına takarak dolaşmaya başlamış. Bu arada kıyafet yönetmeliğinde böyle bir şart olmadığı için yasaya aykırı bir şey yapmadığını ileri sürerek kulağındaki küpeyi çıkartmıyor.

“Ben, sonra öğrencilerime ne derim?” diye tavrını sürdürüp öğütlediklerinin arkasında olduğunu onlara göstermek istiyor.

Bu olayı kamuoyunun dikkatine sunan Ezgi Başaran, yazısının başlığını “Cuma’nın küpesi bizim özgürlüğümüzün teminatı” diye atmış.

Birkaç gündür bu haber çeşitli kalemlerce, kulağa küpe olacak bir tavır olarak nitelendiren yazılar yazıyorlar. Gerçekten de öyle.

Bireyin gerçek özgürlüğü ve gerçek demokrasinin yaşatılması farklılıklarla birlikte olmayı kabul etmekten geçiyor. Farklıya tahammül yerine farklılığa saygı duymanın doğru olduğunu düşünerek bu konuda bilerek veya bilmeyerek çocuklarımıza çok örnek oluyoruz.

Burada önemli olan bireysel özgürlüklerin daha iyi yaşatılması için çizilen sınırlara uyup uymamak. Toptancı bakışlarla her farklılığı sembolleştirip aynı kefeye koyarak bireyi yok saymamak.

Sonra ortaya herkesin birbirinin özeline el atan, gerçeklerden çok dedikoduya yönelik tavırlarla birbirine düşen, bir toplum çıkıyor.

Belki de insanlara çocukluklarından başlayarak “merak terbiyesi” verilmesi ve kişilerin bireysel seçimlerine karışmama, farklılıkları yok sayan bir kapalı dünya algı ve görgüsüyle yetişmeme ortamları yaratılır.

Bireyin gerçek özgürlüğü ve demokrasi buralardan geçiyor.

31 Ekim 2010 Pazar

Çocuğum İsteyince

İlkokuldayken eve gelip oruç tutmak istediğini bildiren oğlumun yüzündeki merak, heves ve heyecan çok sevimliydi. Sınıflarında oruç tutan arkadaşlarından özendiğini söylüyor ve bu her halinden belli oluyordu.

Bizim de çocukken oruç tutan babamın, annemin ve bizde kaldığında babaannemin gece kalkıp bir şeyler yemesine nasıl özendiğimizi hatırladım. Ablam ve ben, her çocuk gibi biz de gece yarısı onların kalkıp bir şeyler yemesine ve ne yediklerine özenir, doğal olarak da merak ederdik.

Benim yetiştiğim kültürde kimse kimseye ve de çocuklara oruç tutmaları veya başka bir dini gerekçe ile zorlama ve baskı yapmazdı.

İnsanların inanma ihtiyacına saygı duyan ama onu zorlamayan böyle bir kültürel çevrede yetiştiğim için bir agnostik olarak da oruç tutmadığım halde çocuğumun isteğini saygı ile karşılayabiliyordum.

Böyle olması normal değil mi diyenlere, bazı arkadaşlarımın kendi inanç veya inançsızlıklarını kesin hükümlerle çocuklarına aşılamaya kalktıklarını, birey olarak çocuğun hakkına saygı göstermediklerine şahit olduğumu belirtmeliyim.

Birey hakkı olarak gördüğüm inanma özgürlüğü doğrultusunda çevremde, kimi arkadaşlarımın yaptığı gibi tanrı var mı - yok mu gibi çocuklarca sorulan sorulara “yoktur” ve “vardır” veya “bilinemez” türünden kesin yargılı cevaplar vermeyi, onların inanç oluşumuna saygısızlık olarak görüp, yanlış buluyordum.

Ayrıca kendi aile ortamının doğal kültürel etkileşimiyle büyürken çocuklara, ana babaların, inanç ve fikirlerini çeşitli yönleriyle sunmadan zorla öğretmeye ve bu yönde ayrıca baskı yapmaya kalkması doğru değildi.

Bilimsel yönden de algılayacak yaşa gelmeden dini aktivitelere zorlanmaması ona bireysel katılım özgürlüğü tanınması önemliydi.

Bu yönden geriye dönüp bakınca bizim evdeki genel anlayışa göre babaannemin bu gibi konularda anne ve babama göre zorlayıcı olmasını da bize yöneltilen bir zorlama değil de oyun gibi algıladığımızı hatırlıyordum.

Zira annem ilkokul çocuğu olarak bizim oruç tutmamızı gece kalkıp uykumuzu bölmemizi istemez ama bu konuyu da baskı yapmadan bize bırakarak duygu ve düşünce yönünden demokratlık örneğini zihnimize modellerdi.

Kısaca, düşünsel ve toplumsal doğrultuda benimsediğim pedagojik ilkeler insanların kendi inanç ve fikirlerini çocuklarına zorla kabul ettirme haklarının olmadığı yönünde biçimlenmişti.

Dinler açısından bakınca anne babanın inancının etkileşim alanında kalarak büyüyen çocukların otomatik olarak o inançtan sayılması, bireysel dini inanç tercihiyle çeliştiği için dinlerin her bireyi kendinden sorumlu tutan anlayışa da uymayan bir şeydi.

Daha önceleri oğlum, televizyonda kuran okunurken benim dinleyip dinlemediğimi sorduğu zaman, Mevlit dinlemeyi müzikalite yönünden sevdiğimi ama özel olarak Kuran dinlemediğimi söyleyince dinlesen senin için iyi olur demişti.

Kendisine Agnostik yani “bilinemezci” türünden bir inanca sahip olduğumu, ayrıca inanç konusunda herkesin kendi karar vermesi gerekir diye düşündüğümü o zaman söyledim.
Sen istersen dinle ama ben nasıl inanç yönünden sana ve kimseye karışmıyorsam sen de karışmamalısın diyerek nasıl davranılması gerektiğini örnekleme olanağı bulmuştum.

O da, bu nedenle oruç tutmak istediğini bildirirken sen ve babam niye oruç tutmuyorsunuz diye sormamıştı.

Çocuğuma bütün bir gün aç durmanın yetişme çağındaki çocuklar için doğru olmadığını hatırlattıktan sonra isterse deneyebileceğini söyledim.

Denemek istediğini bildirince kendisine oruç tutmak için geceleyin sahur denilen yemeği yemek için kalkması gerektiğini ve benim de kalkarak ona yemek hazırlayacağımı bildirdim.

Sahurda uykusuna rağmen ve iftara kadar aç kalacağını bilerek, benim hazırladıklarımı yedi.

Akşamüstü ona yine bilinen detaylarıyla güzel bir iftar sofrası hazırladım ve de yemeğinde ona eşlik ederek ilk denemesini başarıyla tamamlamasını sağladım.

Ertesi gün tatil olduğu için bu işi tekrarladık.

Bu sefer karşı komşumuzun kendisinden biri iki yaş büyük, diğeri iki yaş küçük iki oğlu onu iftara davet ettiler.

Bu oruç işi arada bir tekrarlandı ve her seferinde tüm detayları ile yapılması gerekenleri bizzat hazırlayarak kendisine sundum. Bazı hafta sonlarında karşı komşularımızın yaptıkları ve komşuluk samimiyeti gereği pijamayla  katılmasında ısrar ettikleri sahur davetlerini de sevinçle karşıladı.

Ailece oruç tutan komşularımız da benim gösterdiğim dikkatten etkilenerek oğluma Müslümanlığı kabul eden bir yabancıya gösterilen ihtimamı göstermekte kusur etmeyip onu ayrıca memnun etmişlerdi.

Böylece, kalabalık yenince çocuklar için iyice sevimli olan bu adetten hem oğlumun hem arkadaşlarının zihinlerinde mutluluk veren anılar oluştu.

Ben inanma ihtiyacının din olgusunu tanıttıktan sonra seçimi ona bırakarak yapmanın gerekliliğini yerine getirince oğlum da bana ve başkalarına neden karışılmaması gerektiğini daha iyi öğrenmiş oldu.

Çocuğuma tüm yanlarıyla tanıtarak sunduğum dinsel seçim serbestliğin başkalarınca yalan yanlış doldurulmasına izin vermeyerek ona kendi seçimini bu doğrultuda yapma olanağı da sağladığım için bugün hala mutluluk duymaktayım.

Aileler çocuklarına bu tür serbest algılama ve seçme özgürlüğü tanımadıklarında demokratik özgürlüğün bu alanda geliştirilmesinin zorluğu görülüyor.

İnançların tartışılmaz olması her inanç algısının farklılığından ileri gelir. Bu nedenle buradaki kişisel özgürlüğü inancım böyle diye ortak alanlarda her istediğini yapma özgürlüğü olarak anlamak doğru değildir.

Çocuğumu yetiştirirken yaptığım uygulamanın annemin bizi yetiştirirken gösterdiği ve dinlerin de fonksiyonu olan vicdan ve demokrasi eğitimine uygun olduğunu düşündüğümden kendimi hep huzurlu hissettim.

Tabii bu şıkları sunarak seçme hakkını onu ilgilendiren yaşamın tüm alanlarında yaparak çocuğuma vicdanlı, adil ve de demokrat olma kültürünü kazandırmaya çalıştım.

Sonuçtan da memnunum.

23 Ekim 2010 Cumartesi

Çocukları Türbanlamak "Çocuk Hakları"nın İhlal ve İstismarına Girer

Ülkemizde pek çok alanda yaşanan kavramsal karmaşa, bireysel özgürlük alanında da yaşanıyor.

Üniversitelerdeki türban takmama kuralına üniversiteli kıza ne giyeceğini söylemek onun bireysel özgürlüğüne müdahale olur bu bir demokratik özgürlük talebidir diye karşı duranlar, bazı anne-babalarca, küçük yaşlardaki kız çocuklarının başını örtmeye kalkışmasına nasıl cevap veriyorlar?

Bireysel özgürlük, en geniş anlamıyla kişinin kendi tercihinden kendi sorumlu olması demekse, ailesinin tercihiyle başı kapatılan çocukların durumu nasıl açıklanabilir?

Bu da mı bireysel özgürlük? Özgürlükse, kimin özgürlüğü?

Dinin özgür ve bireysel bir seçim olduğu gerekçesine de ters düşen bu anlayışın, aslında çocuğu kendi seçimlerini yapacağı döneme gelmeden biçimlemek isteğinden doğan bu girişimin bir hak gibi görülmesi ve gösterilmesine ne demeli?

İnsanların çocuklarına kendi inanç ve fikirlerini kabule zorlamaları bireysel özgürlük müdür?
Eğer öyleyse bu kimin hakkı ve özgürlüğüdür?

Türkiye’nin de taraf olduğu ve altına imza attığı Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesinin 14. Maddesi,

1. Taraf Devletler, çocuğun düşünce, vicdan ve din özgürlükleri hakkına saygı gösterirler.

2. Taraf Devletler, ana-babanın ve gerekiyorsa yasal vasilerin; çocuğun yeteneklerinin gelişmesiyle bağdaşır biçimde haklarının kullanılmasında çocuğa yol gösterme konusundaki hak ve ödevlerine, saygı gösterirler.

3. Bir kimsenin dinini ve inançlarını açıklama özgürlüğü kanunla öngörülmek ve gerekli olmak kaydıyla yalnızca kamu güvenliği, düzeni, sağlık ya da ahlâki ya da başkalarının temel hakları ve özgürlüklerini korumak gibi amaçlarla sınırlandırılabilir.

demektedir.

Çocuk haklarının bu maddelerini doğru okumayanlar; henüz bu konuda tercih yapacak yaşa gelmediği dönemlerden başlayarak çocuklarını günah ve sevap kavramlarının ağırlığı altında bırakmayı hak ve yol gösterme olarak algılamaktadırlar.

Doğal olarak zaten ana-babaların kendi dinsel tercihleriyle yaptıkları seçimin kültürel etkisinde kalarak büyümek zorunda olan çocuklara ayrıca yapılan bu tür müdahale ve yönlendirmeler, onun hakkını ihlal ve istismar etmek olur.

Zira bunu kendi hakkı gören erişkinler, çocuğun bireysel hakkına yaptıkları bu müdahalelerle onu istismar da etmiş sayılırlar.

Görüldüğü gibi özgürlük ve demokrasi kavramları ile alanları, birbirine karıştırılınca yanlışların çorap söküğü gibi gelmesi kaçınılmaz oluyor. Bu yanlış algılarla biçimlenen kafalara sahip nesillerden demokrat bir toplum oluşturmak da gittikçe zorlaşıyor.

www.0-18.org

17 Ekim 2010 Pazar

Be demesene be!

Yıllar önce oğlumun okuduğu Fransız Lisesi’ndeki bir veli toplantısında, okul girişinde öğrencilerin üstleri aranarak sigara içmelerinin önlenip önlenemeyeceği tartışılıyordu.

Özellikle velileri bu yolda teşvik eden hoca ve bazı veliler çocukların sigara içmesini önlemek için bunun iyi bir önlem olduğunu savunuyordu.

Kendileri ve çocukları zaten sigara içmeyen veliler ise başka önlemler dururken böyle yapılmasına bu gerekçeyle de olsa potansiyel suçlu gibi girişte çocuklarının üstünün aranmasına karşı çıkıyorlardı.

Bu görüş ve anlayış çatışmasına on dakika ara verildiğinde veli ve öğretmenlerle kapı önüne çıkılınca; çocukların okul girişinde aranmasını hararetle savunan bir veli ve onu teşvik eden öğretmenin aceleyle birer sigara yakmaları dikkat çekiciydi.

Kendi bağımlılıklarıyla baş edemeyip yanında sigara içerek büyüttükleri çocuklarını sigaradan uzak tutmak için düşündükleri tek çare böyle üst arama gibi inzibati tedbir oluyordu.

Kendilerine siz böyle sigara içiyorken çocuğunuz nasıl sigaradan uzak kalabilir ki diye sorunca; biz çocuğa sigara içmek çok kötü bir şey sen sakın içme diyoruz savunmasına geçtiler. Bu tavrınız ona bağımlılık duygusunu aşılamış olmuyor mu diye üsteleyince, başka bir yol olmadığını çaresizlikle belirttiler.

Yetişmekte olan insanlar üzerinde erişkinler açısından en önemli etkenin “örnekleme” olduğunu es geçen bu davranış: özetle, “be demesene be!” diye bağırmak, ülkemizde çok geçerli olan bir terbiye etme anlayışını yansıtır.

Bunu geçerli kılan toplumsal tavır, “be demesene be” kültürünü egemen hale getirmiştir.

Hatayı kendisi üzerinden modellemekten kaçınmayıp, çocuk tarafından yapılmasını nasihatle önlemeye kalkan bu davranış, her alanda kendini gösteren örneklere sahiptir.

Doğruyu yaparak örnek olma yerine öğütle doğruyu önerme kolaycılığı sonunda, kendisi dışındaki tüm hataları af etmeyen ama kendisi hata yapmaktan da vazgeçmeyen bir davranışı geçerli hale getirmektedir.

Toplumsal kültürümüzün bu çok önemli dinamiğini nasıl düzeltebiliriz?

Tabii ki önce yanlışlarımızı kendimizde yok etmeye çalışarak.

Aslında çocuk yetiştirirken insanlar bir kez daha büyüdüklerini bu nedenle hissederler.

“Böyle gelmiş böyle gider” kolaycılığı yeni nesilleri baştan çaresizlik kabulüne zorlayan, “Be demesene be” kültürünün kabulüne de dayanmaktadır.

Kendini kontrol çocuğu kontrol kadar zorunluluk gerektiren bir sorumluluktur.

10 Ekim 2010 Pazar

Farklılık Eğitimleri

Çocuk ilk önce içine doğduğu sosyal kültürün kodlanmasıyla biçimleniyor.

Genel olarak “eğitim” yoluyla çocuğa bu kültürü ve diğerlerini öğrenme ve tanıma olanağı sağlanıyor.

İlk yaşından itibaren kültürel veya her tür farklılığa açık büyüyen çocuklar, farklı olanla birlikte yaşama kültürünü de daha baştan kazanmış oluyorlar.

Çocuğun bu yolla farklı kültür aidiyetlerini yadırgamama yolunda eğitilmesi büyüyünce farklı olana açık olmasını sağlayan önemli bir etken.

İngiltere’de uygulandığı söylenen okul öncesi dönem çocuklarına farklı kültürlere ait biyografi okutma deneyimi, bu dönemindeki kazanımların en etkili ve kalıcı olduğu gerçeğiyle temellendiriliyor.

Ülkesel, sınıfsal, bölgesel, gelişimsel yönden her türlü farklılığa açık olan internet erişimi, iklimsel ekonomik ve de siyasi mültecilik, günümüzde özellikle batı toplumlarını, gittikçe daha küresel boyutlu karma kültürlere dönüştürüyor.

Farklı kültürlerin insanlarını birarada barındıran bu oluşum, hangi kültürden olursa olsun kendi içinde özüne sarılma tutuculuğu ile farklıyla kaynaşma gerçekçiliğini birlikte var ederek uzlaşmayı önemli hale getiriyor.

Öte yandan günümüzde hangi kültürden ve temel eğitimden olursa olsun tüm çocukların çağdaş iletişim araçlarıyla aynı biçimde uyarılıp kodlanmaya açık olduğu görülüyor.

Yine, Sosyal Medya denilen paylaşım sitelerinde yetişkinlerin her şeylerini herkesle paylaşma tavrının gerçek yaşamı da etkileyen bir utanma duyarsızlığına dönüştüğü saptaması dikkat çeken bir gelişme.

Çevremizde pek çok örneğine rastladığımız bu durumu Pervasızlık kültürü olarak da nitelendirirsek; Facebook veya benzeri sitelerde varlık göstererek büyüyen nesillerin günümüz duygularından çok farklılaşacağını söyleyebiliriz.

Erken yaşta gününü yoğun televizyon izleyerek geçiren miniklerde, çizgi filmlerin sanal kahramanları ile özdeşleşerek sanal dünya gerçeği ile yaşamın gerçeğini, ayırt edememe rahatsızlıkları oluştuğunu biliyoruz.

Yakın geçmişin Süpermen gibi sanal kahramanlarla özdeşleşerek kendini tehlikelere atan çocuklarının yerini bilgisayar oyunlarında umarsızca adam öldürme başarısı kazanan çocuklara bırakması, insan duygularındaki farklılaşmaların seyri üzerine düşündürüyor.

Aralarındaki kültürel farklılık ne olursa olsun yeni nesillerin günümüzden farklılaşan ortak yanı bu.

Okulöncesinden başlayarak eğitim sistemimizin, nicelik ve nitelik yönünden olması gereken yere ulaşmasına çalışırken günün şartlarına uygun eğitim girişimlerini gerekli kılan bu konular üzerinde düşünmenin de önemli olduğunun farkında mıyız?