ULUSAL İLETİŞİM AĞI

25 Aralık 2011 Pazar

Konuşarak Anlaşmak Neden Zor?


Beyin ve dil ilişkileri üzerine yapılan bir laboratuar araştırmasında beynin Türkçe cümleleri anlamak için cümleyi baştan sona kadar zihinde tuttuğu ve sonda yer alan fiilin okunmasıyla zihnin cümleyi tekrar oluşturduğu saptanmış.

İngilizce ve Almanca gibi batı dillerinden farklı olarak Türkçe’de yüklemin sonda yer alması ve bu dillerin düz cümlelerinde 400 milisaniyede 'potansiyel' denen beyin yanıtı oluşmasına karşın, Türkçe konuşmalarda 400 ve 600 milisaniyelerden sonra potansiyel oluşması bu araştırmanın önemli bir verisi.

ODTÜ Eğitim Fakültesi Yabancı Diller Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Gülay Ediboğlu-Cedden'in kurduğu Beyin Dil Araştırmaları Laboratuarında gerçekleştirilen bu araştırmada beynin Türkçe cümleleri anlamak için, iki işlem yaptığı saptanınca buna bağlı oluşumlar üzerinde de düşünmek gerekiyor.

Özellikle ülkemizde kimsenin kimseyi anlamadığı gerçeği, pek çok örnek üzerinden dışlaştığı için bu bulgunun bazı yönlerden bu gerçeği belirleyici olabileceği düşünülebilir. Aslında söyleneni anlamamaktan daha çok, anlamadığını ifade tarzından doğan anlaşmazlıkların yol açtığı iletişimsizlik sorunumuza da bu açıdan bakabiliriz.

Karşısındakinin ne demek istediğini anlayıp cevaplamaya dayalı diyalog kültürünün gelişmemesinde bu önemli bir etken olabilir. Zira beynin iki işlemli anlama süresi ve karşısındakinin de, kendisinin sözlerini anlama süresi için yeterli sabır gösteremeyenlerin, sadece kendi söylediklerine vakit ayırmasıyla oluşan kendi konuştuğunu kendi dinleme durumunu açılayabilir.

Söz kesme ve karşısındakini konuşturmama veya sözlerini anlamama tavrının altında sakın bu beyinsel işlemin etkisi olmasın?

Karşılıklı düşünce sergileme ortaklığında beynin aralıksız kendi düşünce dökümü olan "monolog"un yerini, beyinlerin ortak düşünce dökümü ve çabası diyebileceğimiz "diyalog"un alması, anlama kültürünün seviyesini gösterir.

Bu nedenle monolog üzerinden sürdürülen konuşmalarda kendi sözlerini iki işlemden sonra ancak anlayanlar, karşılarındakinin beyin işlemlerine vakit ayırma sabrını gösteremediği için diyalog kültürünün gelişemediğini söyleyebiliriz. Bunlara bilgi eksikliği, dediğim dedik saplantısı ve anlamadığını doğru ifade edememekten doğan tek yönlü doğrulara hapsolma durumu da eklenince,
tutarlılık değil "tutturukluk kültürü" gelişiyor olmalı.

Bu kültürel etkileşimle büyüyen çocuklarımızın konuşmaları doğru anlama sabrı göstermelerine, bu araştırmanın ders olarak okutulmasının bir ümit olup olmayacağını bilemesek de, bu araştırma, insanlarımızın birbirini doğru anlamamasından doğan ve gittikçe yaygınlaşan "kavga" kültürümüzü bir yönüyle açıklıyor diyebiliriz.

Kaynak gösterimi:  www.0-18.org

17 Aralık 2011 Cumartesi

Magazin Eklerinin Doğru Kullanımı


Zihinlerin çok ve çeşitli uyaranlarla her gün yeniden kodlandığı günümüzde, beyinlerin kültürel beslenmesi de yeni alanlarla sağlanıyor.

Bilişim teknolojilerinin gelişimi haber kültürü açısından sosyal medya araçlarını gittikçe tercih edilir kılarken, klasik medyanın günlük magazin ekleri de dikkatli ve sorumlu sunumlarla önemli kültürel takviye alanlarına dönüşüyor.

Yaşamın her karesine ait birey ve aile boyutlu oluşum ve sorunlar, bu sayfalarda renkli sunumlarla dikkat çekici hale getirildiğiden doğal olarak daha talep edilir oluyor.

Bu yolla günlük yaşam yoğunluğu ve hızının belirlediği okuyucu dikkat süresine uyan ve bir çeşit özetleme olan bu sunumlar, toplum bilgilenmesinde daha işlevsel olmaya başlıyor.

Kitle eğitimini etkileyen mesajların, ortalama yaşam kültürüne bu yoldan ciddi katkılar sağlayabildiği de görüldüğü için bu alanlar, gittikçe daha önem kazanıyor.

Örneğin, Hürriyet Gazetesi Kelebek ekinde, çocuk aile ilişkilerinde önemli bir etkileşim sağlayacak bu tip köşelerden biri de, klinik Psikolog Dr. Başak Demiriz’in köşesi.

“Çalışan annenin vicdan azabı”(16.12.2011) başlığıyla ilgili konuyu, psikolojik yönden danışan ve danışılan diyalogu formatıyla anlatması ve altına da "Psikoterapi diyalogları, yaşanmış hikayelerden esinlenerek, psikoterapi sürecinde kullanılan yöntemlere örnek oluşturmak amacıyla yaratılmıştır. İçeriği psikolojideki bilimsel gelişmelere paralel olmakla beraber genel bilgilendirme ve tavsiye niteliğindedir.” diye yerinde bir not düşmesi sorumluluk taşıyan bir işlevselliği yansıtıyor.

Çocuk aile birlikteliğine ait sorunlarda bu tür sorumlu bir yaklaşımla her türden okura hitap ederek kitle bilincinin yükselmesine doğru katkı sağlanması çok önemli.

Ayrıca, doğru bilgilerin sorumlu kalemlerce kitlelere ulaştırılmasında gittikçe daha tercih edilir olmaya başlayan bu alanın, medyanın varoluş işlevinde de gittikçe daha önem kazanacağını örnekliyor.

Aydınların, kitlelerin bilgi yığını içinden gereksinimi olan doğru yaşam bilgilerini ortalama algı seviyesine uyarlayarak doğru yansıtmak önemli bir sosyal sorumluluk bilincini işaretler.

Kaynak gösterimi:  www.0-18.org

11 Aralık 2011 Pazar

Hatalı Sollama ile Hatalı Sosyalleşme Farkı!


Trafik kazalarına yol açan en önemli etkenin, hatalı sollama olduğu herkesce kabul edilmiş bir gerçektir. Toplumsal yaşamda eğitim kazaları diyebileceğimiz hatalı sosyalleşmeden ise gerçekte kimin suçlu olduğu pek tartışılmıyor.

Hatalı sosyalleşme ifadesinin, N.Ç davasında çocuğun rızasıyla ırzına geçilmiştir biçiminde özetlenen üst yargı kararına benzer bir karar nedeniyle kullanıldığını ve "rıza" sözünün "doğru" anlaşılması için bu ifadenin kullanıldığını gördük.

Kaş yaparken göz çıkarmaya benzeyen bu açıklama da, doğru anlaşılmayı önleyen ifade yetersizliğinin sürdüğü görülüyor.

Hatalı sollama sözüyle çağrışım yapan bu kullanım aslında çok ters sonuçlar yaratacak bir ifade.

Trafikte tüm uyarılara karşın hatalı sollamayla oluşan kazalarda sorumlu olan sürücüdür. Sollama onun hatasıdır.

Hatalı sosyalleşme yani çocukların ihmal ve istismarından doğan ve de çocuğun kendi sorumluluğunun söz konusu olmadığı alanlarda oluşan hatalı sosyalleşmeden çocuk sorumlu tutulabilir mi?

Tabii ki hayır.

Peki, kim sorumlu ve ceza kime kesilecek?

Korkum bu ifadenin doğru algılanıp algılanmayacağında. Zira hatalı sosyalleşme iyi açıklanamazsa, fatura yine çocuğa çıkartılabilir. Daha doğrusu kendi isteğiyle çocuğun ırzına geçilmiştir cinsinden yorumlarla suçluların korunmasına yönelik bir algının kabulu söz konusu olabilir.

Hiç tartışılmayacak bir durum ise sosyalleşmede bir hata varsa, bundan bilinci gelişmemiş tüm toplumun suçlu sayılacağıdır.

Kaynak gösterimi:  www.0-18.org

5 Aralık 2011 Pazartesi

Akıl Dışı Düzenlere Uygun Aptallık Talimleri!


"Doğru" olanı "yanlış" olan üzerinden öğretme çarpıklığı toplumumuzda çok yaygın olan bir eğitim yanılgısıdır.

Çocuklara hatalı davranışlarla örnek olunması kaçınılmaz hale gelince, hem hatayı sürdürüp hem de sakın yapma diye uyarıda bulunmak, taze beyinlere aklın dışına sürüklemek için atılan ilk adımlardandır. Çocukların sorgulamalarına ya, "daha küçüksün anlamazsın" veya "bu böyledir fazla sorma" kestirmeleri üzerinden verilen cevaplar da öyle.

Pek çok yerde aklın devreden çıkması, pek çok davranış örneğinde görüldüğü gibi yavaş, yavaş kabul ettirilerek yeni nesillere sunulan akıl dışılık hali, sonunda: akıllılığın aptallıkla, mantıklılığın saçmalıkla, doğruluğun da yanlışlıkla yer değiştirdiği bir düzen yaratır.

Böylece aptallaştırılan nesiller, toplumsal düzene uygun hale gelen kafalarıyla toplumla bütünleşirler.

Daha yenilerde Bitlis'te bir okulda yangın söndürme tatbikatı için ateş yakıp söndürme provası yapmaya kalkan öğretmenler, sönmekte olan ateşi alevlendirmek için  elindeki tineri ateşe dökmesini öğrenciye söylerler.Komutlara uyan çocuklar harlayan ve patlayan alevlerden yaralanır.

Aklı kullanma eksikliğinden kaynaklanan düşüncesizliklerin çoğu, tüm görünürlüğüne karşın görünmez kaza olarak algılandığı için bu davranış, nesillerden nesillere aktarılarak süren bir düzen oluşturur.

Son olarak İstanbul'da yakınlarındaki kazı çalışması nedeniyle bir hastane binası ve buna bağlı kreşte oluşan çatlaklar, bir felakete yol açar endişesiyle boşaltılır. Ama kısa bir süre sonra yeni yer bulunamadığı için anne babaların oluşan riski göze alıp çocuklarını tekrar yuvaya getirmeye kalkmaları bu tür akıl iptali örneklerinden birini oluşturdu.

Gazetecilerin olayı fark etmelerinin kendilerine iletilmesiyle koşarak gelip, uyumakta olan çocuklarını kaldırıp oradan uzaklaştırmaya kalkıyorlar. Biraraya gelince yeni yer bulunmamasını protesto için yürüyüşe geçerek aynı davranışı sergiliyorlar.

Gazeteci, "çocuklarınızı bu durumu bile bile mi bırakıyorsunuz?" diye sorduğunda "ne yapalım, çaresizlikten" demeleri herşey bir yana çocuklarına yanlışı bildiği halde yapmaya devam etme mesajı vererek, akıl dışılık kodlaması örneklerinden birini oluşturdular.

Miniklerin yapılan ve söylenenlerden uyku mahmurluğuyla nasıl bir sonuç çıkardıklarını görünce aptallaştırma işleminin nasıl çok yönlü biçimlendiği de anlaşılıyordu.

Çok sevimli bir minik oğlanın "neler oldu" diye soran gazeteciye: "Uyuyordum, uyandım. Tatil olduğu için evimize gidiyoruz" demesi ve ardından "ne tatili bu" diye sorulan soruya biraz duraladıktan sonra "Kasım ayı geldiği için tatile girdik" demesi çok sevimli bir ifade olarak güldürse de, yeni nesilleri aptallaştırmanın nasıl oluştuğunu açıkca örnekliyordu.

Belli ki iyi niyetli bu minik, etrafındaki yetişkinlerin kendi sorularına verdikleri anlamsız cevaplardan uyku sersemliği içinde böyle bir sonuç çıkarmıştı.

Aileler, derhal hak arama tavrına bürünüp çocuklarıyla protesto eylemine geçerken her türlü yanlışı bile bile yapma tavrının nasıl çarpık bir toplumsal algı yarattığını gösterdiler. Akıllıca ve art niyetsiz anlama çabalarıyla sordukları sorulara böyle anlamsız ve aklı devre dışı bırakan cevap alarak büyüyen çocuklar, kısa sürede düzene uyacaklardır.

Kaynak gösterimi:  www.0-18.org

28 Kasım 2011 Pazartesi

Etkileşim Alanlarında Temel Çalışmalar Üzerine


Çocuk istismarına girebilecek nitelikte çocuk kullanımlı bazı reklamlar, çocuk hakları açısından dikkat edilmesi gereken ölçütlere uymuyor. Konu üzerinde kitle bilinci oluşturma ve doğru değerlendirmeler yapılması gerekliliği günden güne daha bir belirginleşiyor.

"Çocuk" gerçeği üzerine toplum bilinci geliştikçe, bu alanda yapılan hataların gösterilen tepkilerle düzeltilmesi de mümkün olabiliyor.

Bu gelişmeler sevindirici.

Asıl gerekli olan, bu alanda yapılan hataların toplumsal etkileşimde önemli rol oynayan gazetecilik ve reklamcılıkta, mesleki disiplin olarak içselleştirilip oto kontrol yoluyla önlenmesinin sağlanması.

Mesela reklamcılık alanında Reklam Öz Denetim Kurumunun böyle ölçütlere sahip olup olmadığı ve bu açıdan ne tür çalışmalar yaptığı önemli.

Dürüstlük üzerinden tüketici hakkına yönelik etik denetimlerin yanısıra çocuk ve gençlere dönük ürünlerde mesleki disiplin olarak çocuk kavramsalları açısından özel ölçütler oluşturulması ve uygulamada kullanılması konusunda spesifik ölçütlere sahipler mi?

Böylece reklamlarda rastlanan ve özünde çocuk istismarına giren davranışları RTÜK dışında önleyen ve kontrol eden mesleksel öz denetim kurumlarının varlığı kadar işlevi de önem kazanır.

O zaman RTÜK gibi kurumların kimi zaman farklı algılamalara bağlı sansüre de kayabilecek girişimlerine gerek kalmadan reklamcılık alanında mesleki açıdan içselleştirilmiş bir bilinç yüksekliği sağlanabilir.

Bu konulara zaman zaman köşesinde yaptığı değerlendirmelerle dikkat çeken Magazin Eleştirmeni Cengiz Semercioğlu, 24 Kasım 2011 tarihli Hürriyet’teki yazısında çocuk bezi reklamlarındaki çocuk kullanımı ve istismarı yazısında bu açıdan önemli noktalara dokunmakla kalmayıp bu tür hatalı uygulamalarda sadece RTÜK denetimini talep etmenin sansüre kayabilecek uygulamalara yol açması ikileminin de üstünde duruyor.

Magazin eleştirmenlerince yaşam gerçeklerine dair çok geniş kitlelere verilebilen doğru mesajların bu medya alanında nasıl etkili olacağı görülüyor. Bu konulara dikkat çekerek çözüme katkı sağlamada bu alanın ne kadar işlevsel bir etkinlik yaratacağı da bir kez daha ortaya çıkıyor.

Çocuk İhmal ve İstismarını Önleme Platformunun Medya grubu olarak basın üzerinden oluşturulan Medya Ölçütlerinin, spesifik olarak reklam camiasında da oluşturulmasında yarar olduğunu bu çalışmalarda yer alanlardan biri olarak kitle bilincinin yükseltilmesinde bu alanların işlevsel öneminin altını tekrar çiziyorum.

Son olarak Ulusal İletişim Ağı 0-18 Medya Grubu olarak ÇOCUK KATILIMLARI açısından 22 Kasım tarihli Radikal’de yayınladığımız kavramsal onaylaşma metnimizde değindiğimiz çocukların yaşam katılımlarının ne anlama geldiğini irdelemenin de, çocuğun yüksek yararı açısından kitle bilincini yükseltmekteki etkisi görülmektedir.

Meslek içi eğitime katkı sağlayacak biçimde etkileşim alanlarına ölçüt oluşturma çalışmalarımızın gerekliliği günden güne daha iyi anlaşılıyor.

Kaynak gösterimi:  www.0-18.org

19 Kasım 2011 Cumartesi

Çocuk Hakkı Adına Çocuk Dövmek!


Devlet dışı katılımlarla toplumsal sorunların çözümüne katkı sağlayan Sivil Toplum Kurumları ve gönüllü katılımcılar yaptıkları çalışmalarla pek çok yol alındığını düşünürler.

Onlar için en büyük tatmin, sosyal sorumluluk alanındaki çalışmalarla sağlanan ilerlemeleri veya gelişmeye dair işaretleri görmektir.

Gerçekten de Sivil Toplum Kurumlarıyla, sosyal sorumluluk bilinci, bilgi ve dayanışma üzerinden kurulan ortak akıl, ortak emek ve çalışmalarla sorunların çözümüne büyük katkı sağlanır.

Bununla birlikte bazen devlet yönetimindeki sorumluların bir sözü, bir tavrı, yapılanların boşa gittiği duygusu yaratabilir. Ama yapılanların henüz yetmeyeceği bilinerek bakınca böyle olumsuzlukların zaman içinde giderilebileceği umudu artar.

Çünkü uzun ve ince bir yol olan bu çalışmaların kat ettiği mesafenin, niteliksel ve niceliksel ölçümü pek net olmadığından hemen tatmin edici bir sonuç alınması da mümkün olmaz.
 
Toplumsal sorumluluğun önemli iç motivasyonu, yapılanlarla sağlanan artılara bağlıdır. Bunu bilerek çalışmak, yapılanların yararını daha iyi algılatır.

Çocuk hakları konusu sivil toplum çalışmalarının dikkat alanına girmesiyle pek çok sorunu da ala almak mümkün olmuştur.

Çocuk Hakları açısından Çocuk İstismarı, toplumda çocuğun yüksek yararı konusunda bilinç yükselmesiyle önlenebilen bir hak ihlalidir.

Çok çeşitli yanları buklunan İstismar kavramı aslında çocuğun bir birey olarak varlığından doğan haklarının göz ardı edilerek çocuğun kullanılması ve ruhsal ve bedenen yıpratılması anlamını içerir.

İhmal ve istismar birbirini oluşturan durumlar olarak çeşitli biçimlerde birbirlerinden doğarlar.

Burada ana hedef çocuğun çeşitli yönlerden istismara uğradığının çevresi ve de kendisince kavranabilmesidir.

Her şeyden önce de devletin tüm çocuk hakları gibi bu konudan doğan hak ihlalini de önleyici bilince sahip olması gerekir.

Bir ilin yöneticisi Çocuk istismarı sempozyumunda anne/babalara istismarı önleyici bir tutum gibi "çocuğunu yani kızını dövmeyen dizini döver" diyebiliyorsa, burada içselleştirilmemiş bir kavram ve uygulama var demektir.

Çocuk Hakları Sözleşmesi, toplumda çocuk hakları bilincinin yükseltilmesinin sağlanmasıyla işlevselleşir. Gerekli bilincin içselleştirilmesi de büyük çapta sivil toplum çalışmalarıyla gerçekleşir.

Yani devletin bu konuda ki bilincinin yükselmesi de yine sivil toplum çabasıyla gerçekleştirilebilir.

Uluslararası bir kabul olan ve Birleşmiş Milletlerin 20 Kasım 1989’da kabul edilen bu sözleşme daha sonra ulusal ve uluslar arası sivil toplum çalışmalarının merkezine oturan sosyal sorumluluk girişimlerinin dayanağı haline gelmiştir.

İnsan hakları anlamında da çocuk haklarıyla başlayıp demokrasi hakkıyla sürdürülebilen bir toplumsal bilinci yükseltme gerekliliği yılda bir bu günü etkinliklerle kutlamakla sağlanamaz.

Her ilgili alanda her zaman sürdürülen bir bilinç mücadelesiyle içselleştirilip benimsenir ve benimsetilirse çocuklara hakları sağlanmış olur. Yoksa, atasözleri patentli davranış modelleriyle, dayakla çocuk adam etmeyi görev sayan daha çok yetişkin çıkar.


Kaynak gösterimi:  www.0-18.org

17 Kasım 2011 Perşembe

Çocuk Oyuncuların Çocuk(luk) Hakları Dikkate Alınıyor mu?


Aile kavgaları, dövüşme, şiddet ve öldürme sahneleri bol TV dizilerinde, küçük çocukların rol alması ve tehlikeli sahnelerde oynatılması nasıl olmalı sorusu, tartışma yaratan ve yaratması gereken bir konu.

Son zamanların aile sorunları, kadına şiddet ve türlü tehlikeli sahneleriyle yüksek izlenme oranına sahip bir TV dizisinin başrol oyuncusuna bir programda, TV magazin eleştirmeni, "Ben olsam böyle bir
filmde çocuğumu oynatmam mesela sizin dizideki ünlü çocuk oyuncunun yer aldığı sahnelerden etkilenmiyor mu?" diye soruyordu.

Aktör, çocuğun, rol aldığı bölümlerde psikologlarca takip edildiğini, ona bu sahnelerin birer oyun olduğu söylenerek oyalandığını, onu ve diğer küçükleri, psikologların kucağından alıp rolünü yaptıktan sonra yine onların kucağına vererek çalışmayı sürdürdüklerini söyledikten sonra,"Geçen yıl zorlandık ama bu yıl daha rahat çalışıyoruz. O tür sahneleri, çocukları böyle oyalayıp kandırarak çekiyoruz, çocuk işte, inanıyor" diye cevaplıyordu.

Daha önce de aynı çocuk için dizinin senarist veya yapımcılarının aynı tezi savunarak olumsuz etkilenmesini önlediklerini sağladıklarına inanan aynı ifadeleri duyduğum için bu kanının ne kadar içselleştirilmiş hale geldiğini bir kez daha görmek şaşırtıcı olmadı.

İşin şaşırtıcı yanı psikologların fonksiyonlarının böyle algılanması ve bu yolla olumsuz etkileşimin önleneceğine bu kadar kesin bir çözüm gözüyle bakılması.

Çocuğun ruh durumunu önce bozup sonra düzeltildiğine inanarak gereğini yaptıklarından emin olan bu anlayışın doğrultusunda daha nelerin mazur görülebileceğini düşünmeden edemiyor insan.

Mesela gerçek hissi versin diye çocukların bir yerden atlarken ayağı kırılmasında sakınca görmemek ve ortopedist kontrolunda ayağı kırılmasından sakınılmayan çocukların daha sonra tedavi edilmesinde de bir sakınca görmeyebiliyorlar mı?

Yine çoğunlukla yeni doğan veya kundak çocuklarının efekt dışı ağladığının sağlandığı sahnelerin de bir sakınca yaratmayacağı mı kabul ediliyor?

Her olayı çocuğa yaşatıp sonra etkileşimlerin zihinlerinden silinebiliniyorsa, tüm hatalı tutumları uygulayıp daha sonra silerek çocuk eğitim ve yetişme sorumluluğunu yerine getirmek de çok kolaylaşıyor olabilir.

İşin esas şaşırtıcı yanı bu rollere çocuklarını koşturarak götüren anne babaların bu açıdan bir sakınca görmeyen bilinçsizliği ki burada varılan son noktayı eleştirmenin söz konusu küçüğün anne babasının
çocuğun adına bir cast ajansı kurduklarına dair söyledikleriydi.

Anne baba bu işi profesyonelleştirmeye yönelerek yaptıklarından ne kadar memnun olduklarını böylece gösteriyorlardı.

Ortada, yetenek adına tehlikeli etkileşimlere maruz kalan ve karşılığı anne babaya şöhret ve para olarak dönen bir yatırım metaı haline gelmiş küçük bir çocuk ve çocuklar varken film yapımcılarının böyle davranmasına şaşırmak anlamsızlaşıyor.

Psikologluğu, göz göre göre yanlış kayıtlar oluşturulması ve silinmesi olarak algılayan bu yetişkin zihniyetinin "çocuk hakları" ndan haberdar olup olmadıkları sorgulanmalı.

Tehlikeli rollerde dublör kullanmayı red eden oyuncularla nasıl anlaşmalar yapılıyor bilmiyorum ama böyle durumlarda velilere önce çocuk hakları sözleşmesi okutulmalı ve sonra oluşacaklardan sorumlu
olduklarını belgeleyen birer kağıt imzalatılması sorunu ortadan kaldırmasa da bu konuda daha güvenli ölçütlerin benimsenmesi sağlanmalı.

Sigortalar genellikle maddi zarar ve can güvenliği konularını kapsadığından çocukların ruh güvenliği için özel sigortalar varsa, bu tarz işletilmesinin bu tür yanlışları nereye taşıyacağı üzerinde düşünülüyor mu?

Burada ilk önce böyle yaklaşımları benimseyen ebeveynlerin bu konuda ne düşündüklerini öğrenmek gerekiyor. Genellikle alan ve satanın memnun olduğu durumlarda araya kimse sokulmaz ama çocukların her tür güvenliğinden tüm yetişkinlerin sorumlu olması bu noktalarda söz söyleme hakkını doğurduğundan hepimize söz düştüğü için ben mümkünse psikologlar önce anne babayı ele almalılar diyorum.

Kaynak gösterimi:  www.0-18.org

30 Ekim 2011 Pazar

Kamplaştırılan Acılar Birleştirici de Olabilir


Felaketlerde tüm kişisel ve kitlesel düşmanlıklar unutulur ve insanlık adına hareket edilir. Bu nedenle sel veya deprem ve benzeri afetlerde tüm ülkeler birbirlerinin yardımına koşarak insanlık dayanışmasına girerler.

Benimsenmiş bir insanlık kültürü olarak da tüm toplumlarda karşılığı olan bir davranış türüdür bu.
Son depremde de bunun örneği çabalara tanık olundu.

Çoğu zaman afet kadar etkili bir yıkım türü olan terör sabotajları da, oluşturduğu acılarla lanetlenme kategorisinde önemli birleşmeler ve karşı duruşlar oluşturuyor.

Buradaki birleşme öç alma birikimiyle günden güne karşılıklı saflaşmalar da yarattığı için umutsuzluk yaratıyor.

Deprem öncesi tüm ülkeyi yasa boğan bir terör saldırısında evladını kaybedenlerin acıları bu öç alma duygusunu kökleştiren feryatlara dönüştü.

Şehit oğlunu metanetle uğurlayan bir anne, geriye kalan minik torununu "arkadan bu da yetişiyor" diye havaya kaldırması hafızalara defalarca kazınan görüntülerden biri oldu.

Bu duygusal kodlanmaları vatan sevgisini, uğruna ölmek olarak algılayan bu minikler daha sonra nice genç gibi terörle savaşa hazır hale gelecek olsalar da bu acılı ortamdan duydukları korku ve kaygıyla
kendilerinden beklenenleri anlayacak durumda değillerdi.

Bu görüntülerin düşündürücü pek çok yanı var.

En önemlisi vakti gelince ölmek üzere vatanına sahip çıkan iyi bir yurttaş olmaları için çocuklara yapılan bu telkinler, dökülen kanın intikamını alma duygusunu içerdiği için bir kan davası mantığıyla
benimsenip düşmanlık kökleşmesine yol açıyor.

Bu nedenledir ki ölüm olasılığına rağmen gençlerin arkadaşlarınca aynı coşkuyla havaya atılıp tutularak askere yollanması devam ederken aynı biçimde terör örgütünün güdümünde dağa çıkan çocukların varlığı devam ediyor.

Bu fikirsel ve duygusal kodlanmalar çarpışmanın zeminini döşemeye devam edeceği için bu çarpışmaların sonu gelebilecek mi kaygısı doğal olarak artıyor.

Aynı intikam duygusu yeni nesilleri böyle karşılıklı düşmanlığa zorlayınca, birliktelikten yana olabilmenin duygusal temeli iyice ortadan kalkıyor.

Yeni nesiller için en önemli tehlike, bu karşılıklı saflardan birine ait olarak yetişmeleri.

Bu noktanın geniş kitlelerce ayrımında olunması çok önemli.

Aslında şimdilik bu bölünmenin inşasını sağlayan terör örgütü farkında olmadan bölünmenin önleyicisi de oluyor. Çünkü taraftarlarda gün geçtikçe mücadelenin can kaybı olmadan yürütülmesi fikri ağır basmaya başlıyor. Ama Terör örgütü bunun ayrımında olmadığı veya bunu umursamadığı için silahı bırakmıyor. Çünkü silah onun varlık nedeni.

Tek umut verici olan, yeni nesillerin artık dünyalılık aidiyetine eskisinden daha açık olan toplumsallıkların artması.

Bunda da sanal dünya iletişimi önemli rol oynuyor.

Zaten terörle zafer kazanmanın amaca ulaşmada eskisi gibi etkili olmadığı görülmeye başlandığı için bu tür çatışmalar silahsız savaşlarla sürdürülmeye başlanıyor.

Kaynak gösterimi:  www.0-18.org

22 Ekim 2011 Cumartesi

Davranış Kültürü Mirasları


Be demesen be!

Eğitim anlayışında önemli bir biçimleyici olan ve yapılmamasını öğütlediği şeyi yapmak diye tanımlanacak bu davranış biçimi, nesillerden nesillere zihinlerin en doğal kodlayıcısı ola gelmiştir.

Çocukları ve gençleri eğitmek adına çekilen nasihat söylevleri kendini sıfırlayan davranışlarla örneklenince, "imamın söylediğini yap, yaptığını yapma" gibi işin toplumsal rasyonalitesini yansıtan deyiş ve toplumsal söylemlerle telafi edilmeye çalışılması da hataların sürdürülmesini besleyen bir etken olmaya devam eder.

Kendi başaramadığı, yapmaması gereken davranışlara esir olmuş bir yetişkinin bu tür öğütleri, çevresinde yetişmekte olan beyinler üzerinde doğruyu yapmak yönünden ne kadar etkili olabilir ki?

Kemer bağlamayan, içkili araba kullanan ve trafikte yapılmaması gereken tüm davranışları çocuklara sergileyerek örnek olurken, bunları yapmamak gerekir söylemiyle genç nesillerde nasıl bir etkileme gücü yaratabilir ki?

İnsan ilişkilerinin duygusal ve fiziksel şiddete dayalı iletişimlerle yürütüldüğü herkesin birbirini ve birbirinin hakkını yok saydığı ve çıkarcılığın sevgi gibi sunulduğu bir sosyal yaşam kültüründe her davranışa bir doğru davranış prospektüsü eklemek taze beyinleri nasıl biçimler ki?

Bu nedenle çoğunlukla anne-baba ve yakın çevre davranışlarındaki hataları görerek ve bunların hata olduğu öğütleriyle "doğru"ya yönlendirilmeye kalkılan çocukların nasıl bir gelişim gösterdikleri, toplumsal yapının işleyişinde ortaya çıkmaktadır.

Eğitimi, davranış modellemesi yerine öğütlerle doğruya yönlendirme olarak algılayan çocukların çoğunda parabol eğrisi gibi başlangıç noktasından yükselerek geniş bir kavis çizdikten sonra çoğunlukla başlangıç seviyesine inen bir davranış seyri izlenir.

İlk örneklemelerle kodlanan beyinler tüm gelişimlere karşın diplerde gömülü bir çekim merkezinin etkisinden kurtulamaması, erken dönem etkileşimlerinin önemini ortaya koymaktadır. Bu dönem de özü sözü ve davranışları birbirine uyan örnek modellemelere sahip olmadan büyüyen çocuklar olunca ne kadar eğitilirlerse eğitilsinler, ileride anne-baba olduklarında onlar da bir yandan hatalı olduğunu bile bile yaptıkları yanlışları sürdürürken, öte yandan bunların hatalı olduğu ve yapılmamasını çocuklarına öğütlemeyi eğitim sanarak terbiye etmeye kalkarlar.

Böylece "be demesene be!" kültürü nesillerden nesillere benimsenerek yaşatılan bir davranış mirası olarak toplumsal kültür haline dönüşür.

Bugün başta siyasi alan olmak üzere sakıncalı bulduğu şeyi kendi davranışlarıyla modelleyen  örnekler de bu kültürün demokrasi kavramı üzerinden topluma yansıyan yan ürünleri olarak değerlendirilebilir.

Kaynak gösterimi:  www.0-18.org

15 Ekim 2011 Cumartesi

Metreli Sosyalleşme


Gazetelerde çeşitli başlıklarla verilen haberde, Antalya'da bir İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’nce okulda kız ve erkek öğrencilerin birbirine bir metreden öteye yaklaşmasının cinsel tacize yol açacağı gerekçesiyle
yasaklandığı bildiriliyordu.

Bir ilçenin Milli Eğitim Müdürlüğü’nce düzenlenen 2011-2012 Sene Başı Değerler Toplantısı'nda 18 maddelik talimata dönüştürülen kararların içinde "Cinsel istismar vb. durumlarla karşılaşılmaması için mesafe 1 metreden az olmayacaktır" ifadesinin kullanılması ve bunun harem-selamlık veya kız ve erkekler birlikte gezmemeli ve yan yana oturmamalı ve de şakalaşmamalı türünden yorumlarla yaşama geçirilmeye kalkılması önemli bir haber.

Duruma başta öğretmenler olmak üzere Eğitim-Sen ve çeşitli yerlerden gelen tepkiler sonunda yöneticilere soruşturma açılmaya kalkılması sevindirici olsa da zihniyetlerin sadece yasakla düzelmediği biliniyor.

Bu girişim şimdilik önlense de kadın erkek ve insan ilişkilerinde belli bir algı ve zihniyeti yansıttığı için pek çok yönden üzerinde durulması gerekiyor.

Her şeyden önce toplumumuzda insanlar arası ilişkilerin kadın-erkek gibi cinsiyet farkından öte bir anlam taşımadığı ve sosyalleşme ortamlarının sadece böyle algılandığını gösteriyor.

Doğal okul arkadaşlığına cinsel tacize yol açan bir tehlike gibi bakmak ve bunun üzerinden tedbir geliştirmek için ilişkileri metreyle ölçmeye kalkmak, toplumumuzda çoğunlukla kadınların uğradıkları pekçok muameleye neden olan bir sosyal algıyı gözler önüne seriyor.

Gün geçtikçe "İnsan" olgusuna yabancılaşan sanal ortamlar üzerinden yaşamı algılayan nesillerin gerçek yaşamdaki insan algısına cins ayrımından öte bir anlam yükleyemeyen bir zihniyete hapsedilmesinin "eğitim" adına yapılması da üzerinde durulması gereken diğer bir yan.

Hipokrat yemini ettiği halde dindarlık adıyla karşı cinse el sürmeyi günah sayan doktorların türediği toplumuzda bu anlayış doğrultusunda birbirine metreli mesafe almaya zorlanan gençlerden ileride nasıl bir toplum dokusu oluşacağı düşündürücü.

Yetişmekte olan nesillere "İnsanı kavratma" eğitiminin şartlı reflekse dayalı sirk canlılarının terbiyesiyle karıştırılması, üstünde durulması gereken önemli bir nokta.

Uygulama girişimi, bazı eğitim idarecilerinin öğrencilerden daha çok eğitime ihtiyaçları olduğunu gösteriyor.

Arkadaşlık ve dostluk ilişkilerini yaratan sosyal ortamların cinsiyetlerden daha geniş bir anlamlandırmayla gelişmesi, insanın insana yabancılaşmaması için böyle anlamsız tedbirlerin eğitim sanılmaması gerekir.

İnsanlık, böyle saçma yasaklarla değil özgür olarak insanların doğal birlikteliklerle yan yana durmasıyla gelişti.

Kaynak gösterimi:  www.0-18.org

9 Ekim 2011 Pazar

Sıralamadaki Görüntü Aynadakine Uyuyor mu?


33 ülkenin katılımcısı olduğu Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Teşkilatı OECD'nin, düzenli biçimde yayınladığı eğitim performans raporlarından sonuncusu, "TEK BAŞINA EĞİTİM 2011" adıyla yayınlandı.

Kriter dergisi bu sayısında raporu: "'Çok' değil, 'iyi' eğitim şart." başlığı ve çeşitli alt başlıklarla incelemiş.

"Eğitimde nicelik değil nitelik aranıyor" alt başlığında öğrencilerin bilgi ve beceri kalitesi konusunun önem kazandığı görüşü vurgulanıyor.

"Türkiye'de yüksek öğrenime katılım düşük" alt başlığında çeşitli noktalarda yapılan karşılaştırmalarda, yüksek öğrenime katılım ifadesinde, mezunlar üzerinden değil, başladığı eğitimi başarıyla tamamlayanlar üzerinden değerlendirme yapıldığına dikkat çekiliyor.

"Üniversite mezunlarının oranı hızla artıyor" başlığında, ülkemizin, üniversite mezunu kadın oranında en düşük ülke olarak son sırada yer aldığına değiniliyor.

Beyinsel gelişimin temel evresnde bulunan 3-4 yaş grubuna verilen ve AB üyesi olan OECD ülkelerinin genel olarak yüksek olduğu görülen okulöncesi eğitimde, ülkemizin sonda yer aldığı gerçeğinin hala değişmemiş olduğuna, "Türkiye okul öncesi eğitimde son sırada" alt başlığında değiniliyor.

Türkiye'de en yüksek ilginin sosyal bilimlere olduğu, mesleki eğitim notunun zayıf olduğu, sosyo-ekonomik profilin başarıyı etkiliyor olduğu gibi alt başlıklarda, sıralamadaki yerimiz ortaya konuyor.

Çeşitli ölçütler üzerinden ülkelerin eğitim performanslarının karşılaştırmalı değerlendirmelerini kapsayan bu rapor, ülkemizin pekçok ölçüt açısından sonlarda oluğunu ve eğitim politikalarında gelişme beklenen verileri sunduğu için önemli.

FATİH Projesi (Fırsatları Arttırma Teknolojiyi İyileştirme Hareketi - her sınıfta internete bağlı bilgisayar) gibi eğitim projeleri ve diğer uygulamalara bu açıdan bakarak değerlendirme yapmak gerekiyor.

Tüm bu değişim kalkışmalarıyla gereken nitelikte bir algı ve uygulamaya ulaşılıp ulaşılamayacağı o zaman daha iyi değerlendirebilir.

Zaten bu değerlendirme sıralamaları, ülkelerin kendi kendine bakmakla yetinmesi için değil, olması  gereken yere bu değerler üzerinden yeniden programlanarak ulaşabilmesi için hazırlanıyor.

Kaynak gösterimi:  www.0-18.org

2 Ekim 2011 Pazar

Eğitimin Başına Gelenler!


Milliyet Gazetesi’ndeki köşesinde yıllardır eğitim alanındaki sorunları geniş çapta irdeleyen yazılarında Abbas Güçlü, bir süredir tablet devrimi ve eğitime katkısı üzerine tartişmaları okuyucularla paylaşıyor.

Çok da iyi yapıyor.

Zira, pek çok sosyal sorunu şok haber kültürüyle yaşamaya mahkum olan toplumumuz, alt yapısı düzenlenmeden uygulamaya konulan temel sorunlarda nelere kalkıldığının ayrımına pek varamıyor.

Orta öğrenimde gelişmişlik adına tablet devrimi diye nitelendirilen projeden medet umulmasının ne kadar doğru bir düşünce olduğu, düşünülmesi gereken bir konu.

Öğrenmede, bilgiye ulaşımda sağlanan teknik gelişmelerin öğretmenin işlevi ve niteliğini de tartışmaya açması kaçınılmaz.

Öğrenciyi bilgiyle buluşturmada önemli bir aracı olan öğretmenin, kimilerince basit bir robota indirgendiği, kimilerince de, insani nitelikler üzerinden kutsandığı görüşleri tartışılırken öğretmen kavramına ne kadar farklı anlamlar yüklenmeye başlandığı görülüyor.

Çağın gereklerine uygun gelişmelere ayak uyduramayan öğretmenlerin eğitilmesi de önemli ve gerekliyken onları düşük ücretler ve çeşitli yoksunluklar içinde görev yapmak zorunda bırakmak, eğitimin önemli sorunlarından biri olmayı südürüyor.

Milli Eğitim’de beklenenler üzerinden öğretmenlere verilen vaatlerin uygulamada yerine getirilmemesi ve son olarak mahrumiyet alanlarına giden öğretmenlerin terör örgütlerince kaçırılmaya başlanması sırf eğitim alanının değil tüm ülkenin büyük bir sorununa dönüşüyor.

Aslında öğretmenin insani yanını bir kenara koyan bu sosyo-ekonomik, kültürel ve de siyasi değişimlere rağmen, hala idealistçe öğretmenliğe yönelenlerin olması, toplumun geleceği için şans sayılması gerekirken, mevcut öğretmenleri değerlendirmek adına bir çeşit işlevsizleştirmek anlamına da gelebilecek böyle iddialı projeler gerekli mi gerçekten tartışılmalı.
 
Bir bütün olarak eğitimin sorunlarının önemli yanlarını yok saymak ve mevcut öğretmen varlığını iyice tartışılır hale getirmek, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak anlamına gelebilir.

Pek çok yurttaşın gördüğü bu sorunları yöneten sorumlular görüyor mu bilinmese de öğretmenlerin kaçırılması adına Milli Eğitim Bakanı’ndan bilgilenme alamayan kamuoyunun, uzun vadeli ve iddialı girişimlere umut bağlamadığı tüm gerçekliğiyle görülüyor.

Kaynak gösterimi:  www.0-18.org

25 Eylül 2011 Pazar

Çocuk İstismarı Kavramının İstismarı

Doğru tanımlama ve akılcı çözüm bekleyen sorunlara önemli engel oluşturan etkenlerin başında kavramsal algı yetersizliği ve karmaşası geliyor.

Bu nedenle her ortak düşün alanında olduğu gibi kavramsal onaylaşmanın önemi bir kez daha kendini gösteriyor.

Çocuk Hakları Uluslararası Sözleşmesine atılan imzalara rağmen ÇOCUK ve ÇOCUK Sorunları algısı üzerinden deşifre olan kavramların bu doğrultuda yeterince kavranmadığı bir gerçek.

Sorunları, daha çözülemez hale getirdiği için işe buradan başlamak önemli.

Medyanın çeşitli alanlarınca içselleştirilmesi gereken böyle ölçütleri sağlayıcı çalışmalar doğrultusunda kavramsal onaylaşmanın önemi de her gün daha iyi algılanıyor. 

Son günlerde “Çocuk İstismarına Son” yazılı sloganın yüksek sesle okunup damgalanmasıyla başlayan ve ikide birde ekranları kaplayan çocuk giyimi reklam spotu da bu yönden dikkat çekici bir örnek.

Sorun üzerinden uyandırdığı merakla izleyicinin dikkatini kendine bağlayan bu reklamda, çocuk giyimindeki pahalılığa değinilerek yeni ve ucuz bir çocuk giyim markasının tanıtılmaya kalkıldığı ve “çocuk”la ilgili kaydırılmış anlamlandırmaların çocuk istismarı sergileyen bir kavram karmaşasına nasıl dönüştüğü görülüyor.

Burada “Çocuk”un kendi iradesi ve yüksek yararı dışında kullanımı gibi geniş bir alanı kapsayan ve en çok oluşan örnekler nedeniyle maalesef cinsel istismardan öteye zihinsel çağrışım yapmayan “çocuk istismarı” konusu, maalesef kendisiyle ters düşen tarzda ele alınıyor.

Çünkü, sunumun kurgusu ve mantığı, “Çocuk İstismarına Son” diyerek ekrana bağlanan dikkatler üzerinden çocuk istismarına son vermek yerine, anne babalar üzerinden bir çocuk algısı istismarı ve çocuk istismarı sözünün istismarına dönüşüyor.

İstismar sorununun doğru tanımlanamaması ve kimin istismarı olgusunun algılanmamasının görüldüğü bu örnekte önemli olan son derece hassas bir konu üzerinden ticari kazanç sağlamak çabası ve göz ardı edilemeyecek bir etkileşim yanlışıdır.

Söz konusu reklama kısa süre içinde sosyal medya ve yazılı basın üzerinden oluşan tepkiler, önemli bir gelişmeye işaret ederken, sosyal bilinç geliştirme açısından önemli bir fonksiyonu bulunan reklam dünyası olmak üzere bu alanda belirlenen ölçütlere, kurumsal sosyal sorumluluk ilkeleri açısından her yerde ihtiyaç olduğu iyice ortaya çıkıyor.

Kaynak gösterimi:  www.0-18.org

18 Eylül 2011 Pazar

Büyükler Büyümüyor mu?

Bu hafta medyada önemli bir haber yer aldı.

2007 yılında imzalanan “Avrupa Konseyi Çocukların Cinsel Sömürü ve İstismara Karşı Korunması Sözleşmesi”nin bizde de yürürlüğe girdiği haberiydi bu.

Acil şok haberlerin dışında sanki yok saydığımız Dünya’nın daha acil önemdeki bu haberi çeşitli başlıklarla dikkatlere sunuldu.

Acil, çünkü ortalama Dünya ve insanlık gelişiminin aslında henüz nerelerde olduğunu algılatıyor.

Sözleşme metninin girişinde sözleşme amacının tüm ilgili bağlantıları belirtilirken, “Çocuklara uygun bir Dünya” ve “Çocuklarla yeni bir Avrupa oluşturma” amacına da değinilmesi, insanlık gelişiminde ulaşılan yer hakkında çok çarpıcı bir küresel görüntü veriyor.

Sözleşmeye Avrupa konseyine dahil ülkeler ve Avrupa Birliği adına da imza katılımı sağlanması, şu andaki küresel insani gelişmişlik seviyesini gösteren böyle evrensel sorunların evrensel sözleşmelerle ele alınması, gelişmiş Dünya kavramının henüz gelişmişlikten ne kadar uzak olduğunu ortaya çıkarmakla kalmayıp, çözüm bekleyen esas sorunların neler olduğunu da kavratıyor.

‘ÇOCUK’ varlığını koruma gelişmişliğine varmak için devletlerce uğraşılmasını gösteren bu sözleşme, bir yandan gelişmişliğin ölçüsü olurken, diğer yandan henüz ortadan kaldırılamayan problemleri gösterdiği için insanlık gelişmemişliğinin de ölçüsü oluyor.
Büyükler, büyümüyor mu veya büyükler gelişmiyor mu diye insanın fiziki ve zihni gelişmesini sorgulatan bu durum, tarihsel evrelere kıyasla daha gelişmiş bir ÇOCUKLUK algısına küresel çapta ulaşılmadığını gösteriyor.

Toplumsal sorunlar sözleşmelere imza atmakla çözülmediğinden, kabul edilmiş ortak normlar üzerinden uygulamaya başlamak ve yerel şartların özel dirençleri üzerinden iç normların oluşumuna  katkı sağlamak gerekliliği iyice ortaya çıkıyor.

Bu konuda evrensel ve yerel normlara uygunlaştırılmış ortak ölçülerin kazanımı ve uygulama kontrolünün ortak gözetime alınması, ciddi girişimlerin ivmelenmesine da yol açarak etkileşim alanlarının yerel ve  küresel çapta gelişmesine de olumlu katkı sağlayacaktır.

Ülkeler bazında devlet yükümlülüklerinin gelişmiş birey algılarıyla kontrol edilmesi, vatandaşlık sorumluluğunda olduğu için bu sözleşmede hepimizin imzası olduğu unutulmamalı.

Kaynak gösterimi: www.0-18.org